Site Haritası

2011 Yılı Okudukları (14)


 SINIRLAR ARASINDA
Banu Avar

Türk kimliğinin Dünya üzerinde çektiği acıları bu kadar çıplak dile getiren bir eser okumadım diyebilirim. Öncelikle Banu Avar’ın, okuyucuyu sınırlar arasında dolaştırırken çok üzdüğünü söylemeliyim. Bu üzüntünün sebebi Türk’ün dünya üzerinde çektiği acıların, Batılı güçler karşısında yok edilmeye çalışılan kimliğinin Türkiye’de kimsenin umurunda olmamasıdır. Bunun altını çizmek gerek. Bir gecede resmi dilleri, eğitim hakları temsil edilme hakları ve hatta isimleri ellerinden alınan bizim insanlarımızın acılarına ne kadar uzak bir hayat sürdüğümüzü bize hatırlattığı için Sayın Avar’a teşekkür etmeliyiz. Bu teşekkürü ettikten sonra bu ülkeyi yönetenlerin Türk coğrafyasındaki etkisizliğine tepkisizliğine sövüp saymalıyız. Bugün kimlikleri yok edilerek Avrupa Birliği’ne alınma hayali ve bu hayalin gerçekleşmesinden sonra her şeyin çok daha iyi olacağını düşünen dağılmış daha doğrusu dağıtılmış insanların ifadelerini okuduğunuzda ne düşüneceğinizi bilmiyorum. Kitabı okuyup bitirdiğimde bir zamanlar bizim sınırlarımız olan yerlerde oynanan ve senaryonun hep aynı olduğu hikaye beni ziyadesi ile üzdü ve sinirlendirdi. Banu Avar bu gerçekleri sade, kırmadan ve dökmeden, hiçbir kişisel görüşünü ve eleştirisini esere bulaştırmadan objektif olarak okuyucuya aktarmış. Çocuklarımıza ve gençlerimize gelecek adına bu eseri okutmak gerektiğine inanıyorum.

 OLAYLAR VE İNSANLARIN PEŞİNDE BİR ÖMÜR
Hasan Pulur

Hasan Pulur denilince akla hiç şüphesiz “Olaylar ve İnsanlar” başlığı ile yazdığı köşe yazıları ile Milliyet gazetesi gelir. Hasan Pulur ile geniş kapsamlı bir Babıâli söyleşisidir bu kitap… Geçmişten günümüze yazılı basın ile ilgili zaman tünelinden keyifli bir sohbet ile geçmemizi sağlamış Pulur. Bu tünelde yol alırken Türkiye’de yaşanan gelişmeler ile ilgili de görüşlerini satır aralarında bulmak mümkün. Özellikle Türkiye’de yaşanan darbeler ile ilgili görüşlerine katılmasam da gazeteciliğin bir meslek olup olmamasını sorgulaması, gazetenin kamuoyunda oluşturduğu baskı ve önemi zaman zaman medya patronlarının kendi ticari menfaatlerine göre yönlendirmesi, basının kendi içinde bir cezai yaptırımının olmaması nedeniyle kalitesinden her geçen gün ödün vermesi gibi konularda haklı eleştirilerde bulunuyor. Hasan Pulur’un hayat hikâyesini keyifle okuyacağınıza eminim. Gazetecilikte 50 yılını doldurmuş Pulur’un süzgecinden Peyami Safa’dan Abdi İpekçi’ye çok geniş bir yazar hatırası mevcut eserde. Yine Simavi’ler den Aydın Doğan’a kadar gazete patronlarının da mesleğe bakışlarını tespit edebileceğiniz doyurucu bir söyleşi. Söyleşiyi yapan Sefa Kaplan’ın da başarısını ayrıca not etmek gerekiyor.

 BENAZİR
Nur Batur

İslam tarihindeki ilk kadın başbakan olan Benazir Bhutto’nun dramının küçük bir özeti bu kitap. Asla Benazir Bhutto’nun hayat hikâyesini öğreneceğinizi düşünmeyin. Zira eser Bhutto’nun suikast sonucunda 2007 yılında öldürülmesinden önce dünya üzerinde kendisi ile yapılan son röportaj olması hasebiyle önemli sayılabilir. Nur Batur, ilk başbakanlığı döneminde de Bhutto ile röportaj yapmış ve geçmişte yapılan bu söyleşide aralarında oluşan sıcak bağ Bhutto’nun vedasından önceki son röportajını da Nur Batur’la yapmasını sağlamış… Kim bilir… Benazir Bhutto ve Pakistan ülküsünü anlayabilmek için önce babası Zülfikar Ali Bhutto’nun iktidarı ve idam edilişi ile ilgili tarihsel süreci okumak gerek diye düşünüyorum. Bu eser bu sürece kısa bir bakış atıyor yalnızca. Bunun sebebinin ne olduğunu söylememe sanırım gerek yok. Ama yinede söyleyeyim. Sebep; Bhutto ile ölmeden önce yapılan son röportajı hemen ticarete dönüştürebilmek için kitabı olay gündemden düşmeden piyasaya sürme çabası… Pakistan tarihinde önemli bir yere sahip olan devrik başbakan Benazir Bhutto’nun hüzünlü iktidar mücadelesinin özeti için yine de okunmasını tavsiye ederim.

 YENİ ORTADOĞU HARİTASI
Mahir Kaynak & Emin Gürses

2005 yılında aynı yazarların “Büyük Ortadoğu Projesi” adlı kitabından bugüne aradan geçen 6 yılda Ortadoğu’daki gelişmeler hepimizin malumu. Ortadoğu’da yaşananlarla ilgili olarak Mahir kaynak ve Emin Gürses’in ifade ettikleri, bu bölgede yaşanan stratejilerin kimin lehine kimin aleyhine geliştiğini görmek için ille de istihbaratçı olmak gerekmiyor. Yakın komşularımızda gelişen her olay daha önce planlanmış, enerjinin olduğu bölgelere hâkim olanın dünya liderliğine de hâkim olacağının bir resmi sadece. Eserde dikkatimi çeken nokta, son yıllarda sürekli düşünüp akıl erdiremediğim bir resmi söylevin yazarlarca da çürütülmesi oldu diyebilirim. Türkiye’deki siyasetçilerin tamamına yakınının son 10 yıldır bulunduğumuz konum itibari ile Türkiyesiz bir Ortadoğu’nun olamayacağına, bölgede Türkiye’ye çok büyük görevler düştüğüne, bu yeni planda Türkiye’nin çok büyük avantajlara sahip olduğuna yönelik benzer açıklamalar dinledik. Hala da dinliyoruz. Ben yıllardır Türkiye’yi kimsenin ciddiye bile almadığını, AB ülkeleri, ABD, Rusya ve Çin’in bölge ile ilgili stratejileri olduğunu fakat bizim bir milli stratejimizin olmadığını, Türkiye’ye biçilen rol ne ise gelişmelerin bu yönde olduğunu kendimizi kandırmanın bir alemi olmadığını düşünüp dururum. İşte Kaynak ve Gürses’te bunu çok açık eserde ifade ediyor. 2007 yılında çıkan eserin Irak’tan sonra Suriye ile ilgili öngörülerinin bugün gerçekleşiyor olması yazarların tespitlerinin doğruluğunu da gözler önüne seriyor.  Suriye’den sonra sıranın İran’a geleceğini çok açık ifade eden yazarlar sürekli büyüyen Çin ekonomisinin bu büyümeyi devam ettirebilmesi için İran’dan aldığı petrol ve doğalgazda yaşanabilecek bir istikrarsızlığa müdahale etmeye çalışacağını da satır aralarında belirtiyor. Yine Rusya’nın doğalgaz satışlarına alternatif bir yol olmaması için ABD ve AB ülkelerinin özellikle İran üzerinde hakimiyet kurmasının işine gelmeyeceğini de açıkça görülüyor. Tamda bu noktada, yani kitabı bitirdiğimin ertesi günü ABD önderliğinde BM güvenlik konseyinde Suriye’ye çifte ambargo konulması talebine yalnızca iki ülkenin hayır demesi ne kadar manidar... Evet, bu iki ülke Rusya ve Çin... Ambargo ile işgali daha da kolaylaşacak bir Suriye’nin peşine sıranın İran’a gelmesinin gecikmesi için bu vetonun gerekliliği aşikâr. Şimdi bir iki ay önce hükümetimizin Suriye’ye “Aklını başına al” özetli, aslında iç işlerine karışmaktan başka bir etkisi olmayan o diklenmelerin bugün biçilen rolün oynanması olarak görüyorum. Okuyun… Siz de kafa yorduklarınızı yerli yerine oturtacaksınız muhakkak.

 UMRANDAN UYGARLIĞA
Cemil Meriç

Açıkçası eser hakkında yapacağım yorumu kafamda bir türlü toparlayamıyorum. Beğendim mi? Hayır beğenmedim. Beğenmedim mi? Hayır beğendim. Kararsızım… Cemil Meriç’in geniş ufkundan bir felsefe ummanına dalacağınızı garanti edebilirim. Dünya üzerinde kabul görmüş tüm düşünce akımları ve bu akımların temsilcileri Meriç’in süzgecinden geçiyor kitap boyunca. Sanırım beni sıkan nokta Cemil Meriç’in daha çok bu düşünce adamlarını konuşturması eseri boyunca. Umrandan Uygarlığa eserinde daha önce okuduğum Cemil Meriç tadını aldığımı söyleyemem. Çünkü Meriç, eser içinde sürekli tırnak açarak kitaplardan alıntılar sunuyor.  Bende bu anlatım tarzını sevmiyorum. Tabi bunun sorumlusu da aslında Cemil Meriç değil. Çünkü makaleleri Mahmut Ali Meriç yayına hazırlamış. Bir kopukluk var ama bulamadım. Medeniyet tarihini anlatırken ideoloji tarihinde mola veriyorsunuz. Ama ne mola… İdeolojinin ne anlama geldiğini bile anlatırken Meriç 200-300 yıl öncesinde dolaştırıyor sizi. Sanırım bu eseri birkaç yıl sonra tekrar okumam gerekecek. Zira Cemil Meriç buna değer…  Bu nedenle eser hakkında olumlu ya da olumsuz bir yorum yapmadım sayın.

 DEVLETİN ALINYAZISI
Aydın Menderes

Özet olarak Türkiye’de bir dönem Adalet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi ile milletvekilliği yapmış Sayın Aydın Menderes’in AKP dönemine ilişkin sert sayılabilecek eleştirel yazılarını okuyacağınız bir eser diyebilirim. Özellikle uluslar arası ilişkiler konusunda Sayın Menderes’in eleştiri ve tepkileri hepimizi ilgilendiren doğru ve önemli tespitleri içeriyor. Kitap 9 ana bölümden oluşuyor. Eserin en fazla temas ettiği konular; Avrupa Birliği, Kıbrıs sorunu, ABD ile ilişkiler ve Terör olarak göze çarpıyor. Aslında Kıbrıs sorunu ile AB ilişkileri, ABD ve Kuzey Irakta yaşanan komşu coğrafyadaki gelişmelerin terör ile ilişkileri iç içe konular sayılır. Aydın Menderes’in 2000’li yıllarda yaptığı bazı tespitlerin, öngördüğü şekilde sonuçlanmamış olması yazıların değerini düşürmüyor. Kitapta yer alan makaleleri okuduğunuzda yakın geçmişimizde yaşadığımız olayların ve doğurduğu sonuçların tekrarını yapmış olmak bile önemli. Eseri derleyen yayınevinin tek eksiği ilgili yazıların sonuna, yazıldıkları döneme ait bir tarih notu düşmemiş olmaları. Türk siyasi tarihinde önemli bir yere sahip olan merhum Başbakan’ın oğlu olarak Aydın Menderes’in Türkiye’yi yakından ilgilendiren konulardaki hassasiyetini tebrik ediyorum.


 ADI YEMENDİR
M.Kemal Öke & Lütfullar Karaman

Hüzünlü türkülerimize konu olmuş yitirilmiş diyardır Yemen. Eseri satın alırken tamda bu hüznü hissederek elime almıştım kitabı. Okurken türkülerimizde olduğu gibi yine hüzünlenecek, geçmişe bir selam gönderecektim. Ama olmadı. Olmadı, çünkü Yemen’i nasıl kaybettiğimizi belgelerle anlatma iddiasındaki kitap sadece akademisyenlerin, eski Türkçe ile haşır neşir olanların anlayacağı bir dille kaleme alınmış. Hayatım boyunca ender olarak okuduğum kitabı bırakma hissi uyanmıştır bende. İşte bu hissi duyduğum ender kitaplardan biridir bu eser. Kitabın oluşması için arşivleri didik didik eden yazarlarının emeğine saygım var. Ancak önsözde Yemen’in Cumhuriyetin kurulma aşamasında nasıl görmezden gelinerek yalnız bırakıldığı iddiasını günümüz diline çevirerek okuyucuya aktarıyoruz diyen yazarlara, satırlardaki dil günümüz Türkçesi ise bu yaşıma kadar yüzlerce kitap okumuş biri olarak ben Türkçe bilmediğim için okurken hiçbir şey anlamadım diyebilir ve özür dilerim. Eline bir lügat alıp cümleleri oluşturan kelimelerin % 70’inin anlamına bakarak Yemen valisinden TBMM’ye gönderilen mektupların içeriğini anlama kâbusunu yaşamak isteyenlere “Buyurun benim kâbusum bitti size kolay gelsin” diyebilirim…

 TÜRBAN
Taha Akyol

Türkiye’de çok tartışılmasına rağmen vicdanları rahatlatacak bir çözüme kavuşmamış sorunun adıdır Türban. Hoş, türbanı Müslüman bir ülkede sorun olarak nitelemek bile bana göre başlı başına büyük bir sorun ve sorumsuzluktur. Taha Akyol muhafazakâr kimliği ile tanıdığımız bir gazeteci yazarımız. İlk bölümü röportaj ile başlayan eserin devamında konu ile ilgili 2002–2006 yılları arasında köşesinde kaleme aldığı yazılarının bir derlemesini buluyorsunuz. Taha Akyol özetle türbanı, siyasi bir kimlik değil, köyünden evinden çıkmayan analarımızın ninelerimizin; okuyan, sosyal hayata katılan kızlarının modernleşme sürecinde şekil değiştiren bir baş bağlama şekli olarak görüyor ve savunuyor. Kendisine sonuna kadar katılıyorum. Türkiye’de sosyal hayatta yeri olmayan, ev hayatındaki görevlerinin dışında bir rol üstlenmemiş hanımlarımızın başını örtmesini sakınca olarak görmeyenler, aynı hanımlarımızın iş sosyal hayata katılma, demokratik haklardan daha fazla yararlanma talebine gelince birden bire rejim düşmanı oluveriyor. Bu samimiyetsizlik yıllardan beri benim midemi bulandırmıştır. Çocuğunun diploma törenine başı örtülü diye alınmayan anneler, resmi törenlerde şeref tribününde başı örtülü bayan görüp töreni terk eden generallerin olması bu ülkenin ayıbıdır. Eğer Türkiye laik ise misyoner okullara gösterdiği toleransı kendi vatandaşlarının okuma özgürlüğündeki kılık kıyafet tercihine de göstermek zorundadır. Taha Akyol kitabında tamda bunun üzerinde duruyor. Demokrasi ve insan haklarını içine sindirebilmiş kişilerin okuması yararlı, bu konuya korku penceresinden bakanların okuduklarında tatmin olmayacakları bir eser diyebilirim.

 BYE BYE TÜRKÇE
Oktay Sinanoğlu

26 yaşında dünyanın en genç profesörü olmuş bir bilim adamının Türkçeye karşı umut dolu mücadelesine tanık olacağınız çok özel bir eser bu kitap. 422 sayfa boyunca bıkmadan usanmadan “Türkçe giderse Türkiye gider” diyen ve bu iddiasını somut dünya örnekleri ile okuyucunun gözüne sokan Sinanoğlu’na kulak vermek her Türk vatandaşının ödevi olmalı. İngilizcenin bir Dünya dili olduğu yalanını, anaokullarına kadar inen İngilizce eğitimin ne kadar tehlikeli olduğunu, kendi dilinde eğitim görmeyen çocukların ve gençlerin yalnızca 250 kelimelik bir sokak İngilizcesi öğrenip İngilizceyi öğreneceğim diye ilim ve Fen derslerinin hiçbirini layığı ile öğrenemediğini, misyonerlerin amacının birkaç nesil sonra kendi ana ve babaları ile Türkçe konuşamayan bir neslin yetişmesine ön ayak olup Türkiye’yi bu vesile ile kendilerine kul köle yapmaya çalıştıklarını açık açık anlatıyor Sinanoğlu… Bu sinsi planın Türkiye’de 1953 yılından itibaren başladığını belirten hocamız, bu tarihten sonraki tüm hükümetlerin bu planın bir parçası olduğunun da altını bakın nasıl çiziyor: “20 sene evvel Anadolu’da bir zat şunu söyledi. Bizde Anadolu’da bir adet vardır. Bir ağa bir oğlunu Halk partisine, diğer oğlunu da Adalet partisine sokar. Hangisi kazanırsa işin görülsün diye düşünür. Şimdi bunu bizim ağa akıl ediyor da ABD’mi akıl edemeyecek. Bizimde gördüğümüz kaç senedir budur. Halk ve gençler genellikle bilmezler. Sol parti geldiği zaman onu emperyalizme karşı bir güç zannederler. Sağ geldiği zaman birileri de bunu milliyetçilikle karıştırır, sevinirler. Hâlbuki hâkim güç daima kimi sağ pozunda, kimi sol pozunda, kimi dindar, kimi laik, kimi Atatürkçü pozunda gözüken bahsettiği iki bin kişi hep aynı takımdır. Onun için hangisi gelirse gelsin hiç bir şey fark etmez.”  Sinanoğlu en çokta İngilizce eğitimini modernlik gibi göstermeye çalışan sözde Atatürkçülere kızıp Atatürk’ün son nefesinden önce bile “Türk dili işini gevşetmeyin” diye vasiyetinin, eğitim dilinin Türkçe olması gereğini kanunlaştırdığının ve misyoner okulların tamamına yakınını kapattırdığının altını çiziyor. Bizlere de bu değerli eseri okuyup dilimize sahip çıkmak düşüyor.


 OSMANLILAR
Halil İnalcık

Türkiye’de tarih konusunda son yıllarda ön plana çıkan Profesör İlber Ortaylı’nın çeşitli dergilerde çıkan makaleleri ile seminerlerdeki konuşmalarını derleyerek kitaplaştırma yarışında en önde giden yayınevi şüphesiz timaş yayınları olmuştur. Şimdi yine timaş yayınlarının İlber Ortaylı’nın derlenecek kıyıda köşede kalmış makalesi kalmadığından olacak ki, sıraya yaşayan hocaların hocası Profesör Halil İnalcık’ın kıyıda köşede kalmış makalelerini, konuşmalarını derlediğini görüyoruz. Bu yöntemin suistimal edildiğine inanıp kızıyorum. Ama sonra dayanamayıp okuyorum. Okuduktan sonra da pişman oluyorum. Burada bir okuyucu olarak pişmanlığım eser ile ilgili değil. Halil İnalcık gibi birinin söyledikleri, not ettikleri şüphesiz çok önemli... Pişmanlığım yayınevlerinin ticaret dışında bir şey düşünmediklerine olan inancım nedeniyledir. Kitabın isimi “Osmanlılar”  Yani vurucu bir ismi var. Ama kitapta yer alan makaleler birbirinden o kadar bağımsız ve alakasız ki okuduktan sonra kitabın Osmanlılar hakkında neyi işlediğini anlayamıyorsunuz. Bir kere bu makaleler kesinlikle ve kesinlikle tarih ile akademik olarak ilgilenen tarihçiler için kaleme alınmış ya da bir seminerde yayınlanmış satırlar. Halil İnalcık’ın makalelerini anlayabilmek için bizim gibi okuyucuların önce ciltler dolusu tarih kitabını sindirmemiz gerek. Timaş yayınevinin popüler olan tarihçilerin isimleri üzerinden ticari rant sağlamasına katkı sağladığım için üzgünüm. Halil İnalcık’a olan sevgim ve saygım sonsuz. Ancak bu eseri okumaya aday okuyucular kitabı bitirdiklerinde ne anladıklarına dair bir boşluk hissederlerse bunu kendi tarih bilgilerinin ne kadar zayıf olduğuna bağlasın. Ben böyle yaptım. Böyle yaptığınızda yukarıda getirdiğim eleştiriler için de bana hak vereceksiniz.


 TOPAL OSMAN AĞA
Teoman Alpaslan

Başarılı bir milli mücadele eseri diyebilirim. Ancak 666 sayfalık eserde Topal Osman ağanın öldürülerek meclis önünde başı kesilmiş cesedinin asılarak teşhir edilecek kadar Atatürk ile arasının açılması konusu çok yüzeysel anlatılmış. Hâlbuki eseri Giresun’da satın aldığımda bu sorulara cevabı kitapta bulacağımı düşünmüştüm. Kitabın kalınlığı da beni hayli heyecanlandırmıştı. Eser daha çok milli mücadele dönemini anlatarak ön plana çıkıyor. Bu mücadele içinde Topal Osman ağa yeri geldiğinde satırlara işlenmiş. Milli mücadele döneminde özellikle Ermeni ve Pontus Rumlarına karşı devletin olmadığı bir ortamda çetesi ile karşı durmuş Topal Osman ağanın anlaşılması için daha ayrıntılı eserlere ihtiyaç var. Eser kötü demiyorum. Bir kere işlediği konu açısından önemli bir emek verilmiş. Ancak yazar Teoman Aslan’ın eserinde dedesinin de Topal Osman ağanın çetesine mensup olmasından yola çıkarak ifadeler üzerinden duyguları ile hüküm vermeye çalışması hayal kırıklığına uğramama sebep oldu. Cumhuriyet ilan edilmeden önce meclisteki en sert muhalefeti yapan Ali Şükrü Beyin öldürülmesi ve bu cinayetten Topal Osman ağanın sorumlu tutularak bertaraf edilmesi başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Bu eser bunu hakkıyla yapamamış. Yani bu cinayetin amacı; Atatürk’ün Ali Şükrü beyi bertaraf ettirerek muhaliflerin önünü kesip Cumhuriyeti ilan etmesi midir? Yoksa adice işlenmiş bir cinayet midir? Buna cevap bulmuş değilim. Atatürk’e kayıtsız şartsız bağlı olan Topal Osman ağa böyle bir emir alıp sonrada konuşmayarak kendini feda mı etmiştir? Yoksa ona kurulan bir komplo mudur? Buna da cevap bulmuş değilim. Hükümet kararı ile meclis önünde ölüsü teşhir edilen Osman ağa için daha sonra Giresun’un en yüksek tepesinde bir anıt mezar yapılması talimatı neyin nesidir? Bunu da anlamış değilim. Yani klasik, Cumhuriyet döneminin bazı olaylarına üstü örtülü bakan ve okuyucuya aktarılan eserlerden alıntılanarak oluşturulmuş kitapta fazla tatmin olmadım. Ayrıca bir Trabzonlu olarak, yorumum belki duygusallık içeriyor olabilir ama yazarın Türk milliyetçiliğinden ziyade salt Giresun milliyetçiliği yapması da hoşuma gitmeyen diğer bir noktadır. Karadeniz’deki milli mücadeleyi yalnızca Giresun uşakları üzerinden ele alması, hatta Trabzon şehrini bu mücadelede hiç katkısı yokmuş gibi satır aralarında bu şehirdeki muhalif vali ve yöneticiler üzerinden çaktırmadan eleştirmesini de doğru bulmuyorum. “Yahu konu zaten Giresunlu Topal Osman ağa… Tabi Giresun üzerinden anlatacak” şeklinde bana eleştiri getireceklere de 666 sayfalık eseri alıp okumalarını, bu 666 sayfanın ne kadarında Osman ağanın anlatıldığını tespite davet ediyorum.


 NİLÜFER GÖLE İLE TOPLUMUN MERKEZİNE YOLCULUK
Zafer Özcan









 İHANET ÇEMBERİ
Bülent Orakoğlu

Türkiye’de bu tarz konuları ele alıp da gündeme oturmamak bu ülkenin genlerine işlemiş vurdumduymazlığın daniskasıdır bana göre. Bugün Türkiye’nin en büyük problemi olan PKK terörünün sözde Kürt haklarını savunmak adına ülkeyi bölmeye yönelik faaliyetlerine siyasi bir misyon yüklemeye çalışmak, bunu yaparken sinsice ve yıllara yayılmış bir yol haritasının takip ediliyor olmasını görmemek için hiçbir geçerli mazeretimiz olamaz. Ama yaşadığımız ülkede terör örgütü denilince yalnızca asker şehit eden PKK terörünü gözümüze sokup arka planda vatanseverlik adına PKK ile işbirliğine bile girmekten çekinmeyen derin devlet terörünü görmemek bu toplumun ayıbıdır. Bugün Ergenekon davasından yargılananların arkasından mağdur edebiyatı yapan kesimlerin, her ölüm yıldönümünde katilinin bulunamamasından şikâyet edip ah çektikleri Uğur Mumcu’nun katillerinin kimler olduğunu bilmezlikten gelmesi, Uğur Mumcu üzerinden ne öyle ne böyle siyaseti gütmesi çok gülünç ve gülünç olduğu kadar da düşündürücü geliyor bana. PKK terörünün devlet ilişkilerini kurcalayan ve sonuca ulaşmasına ramak kala öldürülen Uğur Mumcu bugün yaşasaydı bu aymazlığa ne derdi bilemiyorum. Bülent Orakoğlu tamda bunu anlatıyor kitabında… Çekiç güce karşı olan Eşref Bitlis paşanın öldürülmesi, hükümetlerin sorgusuz sualsiz ilgili gücün süresini birilerinden aldıkları icazetlerle onaylayıp sınırlarımızda bir Kürt devletinin kurulması çalışmalarına devlet eliyle verdikleri destekler… Refah-Yol hükümeti döneminde süre uzatımında ortaya konan gerçekler ve karşı istekler. Neticesinde gelişen, arkası sarık ve cübbe ile süslenen 28 Şubat süreci…  Bu ülke maalesef PKK’nın sözde liderinin Kenya’da Türkiye’ye şart koşularak paketlenmesini bile yeterince tartışmaya açmamış bir ülke. Yakalanması sonrası “Operasyonun ayrıntılarını kurcalamayın” şeklinde açıklama yapan bir siyasi parti liderini ilk seçimde birinci parti yapmış bir ülke. En azından geçmişte neleri yanlış yaptık nelere kandık sorularının samimi cevaplarını almak için okumalısınız.

 KATRE-İ MATEM
İskender Pala

Bu eseri kaleme alan ancak ismini bize bırakmamış meçhul yazara mı, yoksa bir müzayede de yazıtları alıp günümüz Türkçesine çevirerek bizlere ulaşmasını sağlayan İskender Pala’ya mı daha çok teşekkür etmeli bilemiyorum. Sultan Ahmet döneminde denize atılan cesetlerin peşinden çözülmeye çalışılan seri cinayetler ile dönemin lale kültürünü, yeniçeri ocağının ocaklıktan çıkıp başına buyruk eşkıyalıklarını, sultan namzedi olduğundan habersiz sevgilisi Nakşigül’ün katillerini bulmaya çalışan sevdalı şehzade Kara Şahin’in macerasını, vezir İbrahim paşa ile padişah arasında ki satrancı, halkın sarayın dışındaki sefil ve acımasız dünyadaki yaşama savaşını okuyacaksınız. Günümüzde oldukça fazla okuyucu ile buluşan tarihi romanların belki de atası sayılabilecek bir eserle karşı karşıyasınız. Eser boyunca tavan yapan merakınız Patrona Halil isyanı ve 1. Mahmut’un tahta çıkışı ile giderilecek ve tüm sorulara yanıtlar bulunacak. Ancak bir soru hariç. Bunu da okuyunca görmeniz gerekiyor diyor noktalıyorum.