Site Haritası

Hakkımızda

 27 Aralık 1977 yılında dünyaya gelmişim. Doğum günlerinin bırakın kutlanmasını, pasta kesilmesini; anne ve babalarımızın bile kutlamadığı hatırlanmadığı dönemlerin çocuklarından biriyim bende. Ne o? Şimdiki neslin çocuklarının diş çıkarması, ilk duşu için bile günlerin tertip edildiği bir zaman diliminde olunca bu yazdığım içinizi mi acıttı bir parça? Ben doğum günümü yıllarca nüfus cüzdanımda 1 Ocak yazdığı için öyle bildim. Belki lise çağlarında 27 Aralık olduğunu annem söylemiş olabilir. Dediğim gibi, bizim zamanımızda ya da benim çocukluğumda doğum günü ve kutlama gibi şeyler pek olmazdı. Hayatımızdan bir şeyler eksik mi kaldı derseniz; “Hayır” derim… Çünkü bizim çocukluğumuzun bugünkü nesillere yar olmayan çok daha fazla mutluluk detayları vardı. Doğumum özel hastanelerde de değil bu arada. Bir mahalle ebesi tarafında icra edilmiş rahmetli anneannemlerin evinde…

Düşünün… Anneniz bisküvi tatlısı yapıyor senede belki 3-4 kez. O bizim için uykular kaçıran bir pasta rüyası idi. Ne güzel yıllardı. Tek tip kek. Tek tip börek… Misafirliğe gittiğimizde kapıdan girer girmez evin sahibi teyzeye “Teyze, teyze, sen bize tabak verdiğinde tabağımızdakini bitirince biz tekrar istemeyeceğiz, sen tekrar verirsen yiyeceğiz ama biz istemeyeceğiz” demişliğim varmış küçükken. Annem anlatırdı… Doğrucu Davut’tuk sanırım küçüklükten gelen bir miras.

Annem Maçka-Hamsiköy babam Beşikdüzü-Şahmelik köyünden olup İstanbul'da dünyaya gelmiş olsam da bir Trabzon uşağı sayılırım bende. Orada doğup büyümesem bile köyümü ziyaret etmeye gittiğimde içimde bir mutluluk olur her zaman. Ayrıca nüfus cüzdanında doğum yeri olarak Gölcük yazması da bir dönem burada öğretmenlik yapan anne ve babamın takdiri olmuştur nüfus idaresinde.

Çocukluk dönemimde yaramazlık ile sakinlik arasında gelgitlerim olduğunu anımsıyorum. Birçok badireyi “o yapmaz, öğretmen çocuğu o…” düşüncesi ile atlattığımı anımsıyorum. Çünkü ortak imza attığımız mahalle yaramazlıklarından ertesi güne uyandığımızda geceden dayak veya fırça yiyen arkadaşlarımın anlattıklarını hatırlayınca ben gerçekten sıyrılmışım o dönem bu badirelerden.

İlkokul dönemleri 60 kişilik sınıflarda siyah önlüklerimizle sırada 3 kişi oturduğumuz, okulun son gününde dahi siyah önlüklerimizi çıkarmadığımız yıllardı. İstisnasız hepimizin kendimizden büyük çantaları vardı. Basmalı... "şıkırt" sesli... Yanında; yemesek de geriye yine eve götürdüğümüz ya da yolda kedi köpeğe verdiğimiz beslenme çantalarımız… Hemen herkesin aynı şeyleri yediği, kantinden bir şey almanın zenginlik alameti sayıldığı, kimsenin kimseyi kıskanmadığı saf çocukluk hallerimiz… Okul çıkışı önlüğümüz tozlu, beyaz yakalarımız kirli, kuşaklarımızın bir kısmı kopuk eve döndüğümüz, ertesi gün annelerimizin bizi yine tertemiz okula yolcu ettiği yıllar. İşte annelerimizin bu sabrından ötürü hiçbirimizin karnesini bu pasaklılığa bırakmadığı, eve dönene kadar elimizde taşıdığımız ve neden olduğunu anlamadığım şekilde sokak sınırlarına geldiğimizde koştuğumuz dönemler… Çünkü karneydi elimizdeki. Mümkünse katlamaz "Pekiyi" kelimelerinin kırışmasına izin vermezdik. Şimdiki çocukların karnelerinde; bu koku, öğretmenin el yazısı ile doldurduğu bizi kendimizden geçiren o gizemli el yazısı olmasa da değerlidir şüphesiz. Ama bizim karnelerimiz başkaydı.

Devam Edecek...