Site Haritası

2018 Yılı Okudukları (56)


 CUMHURİYET'İ ÇOK SEVMİŞTİM
Hasan Cemal

Hasan Cemal kitabın sonlarında “Cumhuriyet’in neresini sevdin?” diyenleriniz çıkabilir diyor ve ekliyor: “Belki bu kitap Cumhuriyet’te yaşanan olumsuzlukları sergiliyor. Bazen beni çileden çıkaran tımarhane görüntüleri ağır basıyor…” Genel olarak değerlendirildiğinde, Hasan Cemal’in 11 yılını Genel Yayın Müdürü olarak geçirdiği toplamda 18 yıl çalıştığı Cumhuriyet gazetesindeki anılarında, yaşadığı olumsuzluklar ön planda kitapta. Cumhuriyet gazetesi şüphesiz Türk basınında birçok gazeteye oranla gazete olarak kalmayı başarabilen belki de tek gazete. Ben hayatım boyunca Cumhuriyet gazetesi satın almadım. Hasan Cemal’in satırlarındaki o tiraj kaygıları ve ekonomik detayları okurken tek bir kuruş katkımın olmadığını hissetmek beni biraz hüzünlendirdi diyebilirim. Ancak ben iyi bir kitapsever olsam da hayatımın hiçbir döneminde bir gazete sever olmadım. Zira Türk basınının gazete satmak uğruna yaptığı saçma sapan promosyon çılgınlıklarını, sahipleri olan iş adamlarının hükümetler ile ticari kapılar açma uğruna yaptıkları gazetecilik mesleği ile alakası olmayan yalan ve yalaka habercilik anlayışına aklımın erdiği her dönemde şahit oldum. 2018 yılını bitirdiğimiz bu günlerde de farklı bir durum yok. Tabi ki bu rezil düzene uymayan birçok değerli yazar var ülkemizde. Ben gazete okumak yerine bu pisliğe bulaşmadığını düşündüğüm, gördüğüm yazarların kitaplarını okumayı tercih ettim. Halen aynı şekilde devam ediyorum. Gazete sever olmamamın temel nedeni bu. Cumhuriyet gazetesi denince benim aklıma Türkiye’nin manevi değerlerine sırt çevirmiş,  sadece ideolojik bir solculuğu benimsemiş, değişen dünyaya kapalı polit büro mantığında bir gazetecilik anlayışı geliyor. Hasan Cemal aslında kitabında tam da bunu anlatıyor. Şeker abi diye nitelediği Cumhuriyet gazetesi ile isimleri bir anlamda özdeşleşmiş yazarların, demokratik ve herkesi kucaklamaya yönelik yayın anlayışını hakim kılmaya çalışanların iç savaşının tarihe not düşülmüş panoraması kitap. Keyifle okudum. Hacmi gözünüzü korkutmasın. 1970’li yıllardan 90’lı yıllara kadar Türk basınının küçük bir tarihi olarak da nitelenebilir değerli bir eser. Eser, Cumhuriyet gazetesi özelinde belki de bugüne kadar hiçbir yerde bulamayacağınız bir İlhan Selçuk eleştirisi bile sayılabilir.


 MİLLİYETÇİLİK VE SOSYALİZM ÜZERİNE NOTLAR
Galip Erdem

Galip Erdem şüphesiz Ülkücü camia için önemli bir fikir mücadelecisi ve aksiyon adamı olarak hatırlanır. Milliyetçilik ve Sosyalizm ile ilgili 1962 ile 1975 yılları arasında çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığı yazıların derlendiği eseri okumak o dönemlere ait Türkiye’deki siyasi fikir akımlarını, kavgalarını anlayabilmek açısından faydalı olacaktır. Bende bu amaçla okudum eseri. İlk bölüm Sosyalizm üzerine yazdığı yazılardan oluşuyor. 2.bölümde de Milliyetçilik üzerinde yazılarını okuyacaksınız Erdem’in. 1960’lı yıllarda Galip Erdem’in sorduğu sorulara bugün bile hala net cevaplar verilememiş olmasını düşününce içim burkuldu. İdeolojilerdeki bu saklanma, kaçak güreşme, kendinden olmayanı görmeme bu topraklarda hep tanıdık manzaralar oldu. Eserin son bölümlerindeki Turancılık konusunda derlenen yazılar beni biraz sıktı açıkçası. Bu bölümü bu kadar uzatmayabilirdi diye düşünüyorum eseri yayına hazırlayanlar. Çünkü sürekli aynı satırları okuyorsunuz ve hiç sıkılmadan okuduğunuz eserin son virajı sıkıcı hale geliyor biraz. Soğuk savaşın Dünya üzerinde hakim olduğu dönemin Türkiye’ye yansımaları anlamında önemli bir düşünce eseri olduğunu düşünüyorum.

 GÜNÜBİRLİK HAYATLAR
Irvin Yalom

Yalom’un okuduğum 3.eseri oldu benim için. Tamamını 2018 yılı içerisinde okumak sanki Yalom hayranı bir okuyucuymuşum gibi görünebilir ama aslında denk geldi denebilir. Son okuduğum; çok teknik ve daha çok psikoloji dalında eğitim alan insanların okuması yönünde yorumladığım ve beni çok sıkan eserinden sonra tekrar içimi ısıtan bir eser oldu benim için Günübirlik Hayatlar… 80 yaşını geçmiş Yalom’un hala yazması, birikimlerini insanlar ile paylaşması başlı başına bir başarı sayılmaya yeter. Bu eserinde daha çok hayatının sonuna geldiğini hisseden yaşlı insanlar ile ilgili hatıralarını kaleme almış diyebiliriz yazarın. Ölüm korkusunun temel sorun olarak göze çarptığı hayat ve seans hikâyeleri okuyorsunuz. Sıkılmadan okuyacağınıza eminim. Eserde beni tek rahatsız eden şey; Yalom’un anlatımında sürekli bir seans süresinin bitmesini hatırlatır tarzda cümlelerine şahit olmak oldu. Yani “80 yaşındayım ama benim vizite ücretim bellidir, bu konuda duygusal olamam, parayı veren düdüğü çalar” hatırlatması var gibi duruyor ve hiç şık durmuyor. Belki gereksiz bir detay ama hastaları ile görüşmesi sırasında hemen hemen tümüne bu süre konusunu hatırlatması “ulan mezara mı götüreceksin” havasına sokmadı değil beni…

 KİTAP'SIZ ŞİİRLER
Emre Karadağ

Emre Karadağ editörlüğünde hazırlanmış olan eserde 12 şairin şiirleri yer alıyor. Bir kitaba girmemiş, yayınlanmamış, köşede okunmayı bekleyen kitapsız şiirler… Okuduğum yüzlerce kitap arasında hemen hemen hiç şiir kitabı yok. Sevmedim şiir okumayı bir türlü, sevemedim... Düz yazıdan yana kullandım hep tercihimi bugüne kadar. Bu sebeple eseri eleştirmek ya da yorum yapmak çokta haddime bir durum değil. Eserde ablamın da şiirlerinin olması tabi ki okumam için temel etkendi. İnanın şiir ile olan küskünlüğümü kırarım diye pozitif duygularla alıp okudum. Ablamın şiirlerini beğenmem belki aynı kandan olmamızın bir sebebidir. Bu nedenle bu kısmı geçmek zorundayım. Zaten başta da söylediğim gibi şiiri yorumlamak haddime değil. Eserde Ülkü Uzunoğlu Ünsal dışında beni kendine çeken şiirlerin sahibi Sema Güzel Kara isimli şair oldu. Bunu not etmeyi kendime ve şaire karşı bir görev sayıyorum. Kitabın gelirinin bir fonda toplanarak kitabı olmayan okullar ve çocuklar için kitap adına kullanılacağı bir proje aslında bu. Açıkçası bu detayın kitabın önsözüne bir yerine iliştirilmesi gerekirdi. Bunun neden atlandığını çok anlamlandıramadım. Şiir sevenler mutlaka aradığı tadı bulacağı dizelere rastlayacaktır.

 MÜHENDİSLER NE BİLİRLER NASIL BİLİRLER
Walter Vincenti

Tübitak yayınlarından çıkan eseri okumak için mühendis olmanız temel koşul olmalı. Bunu açıkça söylemem gerek. Zira mühendislerin ne bildikleri ve nasıl bildiklerini günlük bir dil ile anlatmıyor eser size. Bunun bir kere altını çizelim. Yani mühendisler ile ilgili bir genel geçer değerlendirme kitabı değil. Bolca teknik terimler ile yüklü çok geniş ve titiz kaynak çalışmasının bir ürünü. Mühendislerin neyi nasıl bildiğini uçak sanayisinden seçtiği örneklerle anlatmaya çalışıyor yazar. Örneğin bir uçağın kanat tasarımından, bu tasarım sürecindeki örneklemelerden, deneylerden yola çıkarak mühendislik denen olgunun ne olduğunun kapısını aralıyor yazar. Seçilen örnekler 8 temel bölümde inceleniyor. Bu incelemeler sırasında size belirli kuramların ispatlarını formülasyonlarını anlatmıyor yazar ama emin olun bunun dışında ancak mühendislerin kaldırabileceği ve ilgi duyabileceği bir yazım dili ile ilerliyor eser. Zaman zaman benim de çok zorlandığım bir okuma süreci oldu. Mühendis olmayan arkadaşların bu açıdan çok bulaşmamasını tavsiye ederim.

 SİYAH SÜT
Elif Şafak

Tanıştığım ilk Elif Şafak kitabı oldu. Belki eser işlediği konu itibari ile bayanların daha fazla dikkatini çeken, hatta bayanlar tarafından daha fazla okunan bir eser olabilir. Bunun araştırmasını yapmadım. Başarılı bir kariyer ile anne olmak arasında sıkışan pek çok bayanın belki de benzer duyguları yaşadığı bir süreci anlatıyor Elif Şafak… Her ne kadar bir erkek olarak bu duyguları yaşamasam da Elif Şafak bir erkek olarak bana bile bu savaşı başarı ile hissettirebildi. Elif Şafak’ın yazım dilini oldukça sevdim. Ve çok güçlü bir kalemi olduğuna şahit oldum bu eseri ile. İçindeki sesler korosu ile yaşadığı tartışmaların dışında, deneme tadında çok ilgi çekici kadın hikâyelerini de eserde çok şık serpiştirmiş sayfalara. Salt bir hamilelik dönemi buhranı olarak düşünmeyin. Keyifle okuduğum bir eser oldu.

 HUN TÜRKLERİ
Hüseyin Tekinoğlu

Yazım hataları ve anlatım dili ile tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Hun tarihi hakkında doyurucu bir bilgiye ulaşamadığım; sürekli Çin kökenli isimler, Hun Türkçesindeki kelimelerin ne anlama geldiği, kökeni gibi okuyucuyu sıkıp bunaltan detaylar ile doldurulmuş market havuz kitabı. Bu tip başarısız bulduğum kitaplar benim için “market havuzu” kitabı oluyor. Hani tel bir sepete doldurulur, ucuz mu ucuz fiyat etiketi yapıştırılır mahallenizin marketinde satılır böyle kitaplar. Bu da onlardan biri… Hun tarihi hakkında zaten olan olabilecek kaynaklar Çin kaynakları. Yazar bunu da zaten kitabında belirtiyor.  Hal böyle olunca aşağıda yazdığım cümleleri okumaya meraklı iseniz ben sizi fazla tutmayayım. Hadi çözünde görelim.

“O sıralarda Ch’in ve Chin güçlü beyliklerdi. Chin Wen Kung, Jung ve Ti’leri sürünce (bu kavimler) Sarı nehrin batısındaki Yin ve Lo nehirleri arasına yerleşip Kızıl Ti ve Ak Ti adlarıyla anılmaya başlamıştır. Daha sonra, Ch’in Mu Kung, Yu Yü’nün (önerisi) doğrultusunda Hsi (Batı) Jung’ların sekiz kabilesini kendine tabi kılmıştır. Böylelikle Lung Dağı’nın batısında Mien-chu, Ch’üan Jung ve Ti-huan Jung’lar; Ch’i, Liang (Dağları) ile Ching ve Chi nehirlerinin kuzeyinde İ-Ch’ü, Ta-li, Wu-chih ve Hsü-yen Jung’lar; Chin’in kuzeyinde Lin (orman) Hu’lar ve Shan (Dağ) Jung’lar bulunmaktaydı.


 DÜŞÜNÜYORUM O HALDE SANIĞIM ZULÜMNAME
Mustafa Balbay

Asrın davası adı altında aylarca ülke gündemini meşgul eden bir süreçti Ergenekon. Manşet haberler, gözaltılar, sonu gelmeyen duruşmalar ile açıkçası sıkmaya bile başlamıştı. O dönem kol kola yürüyen bir iktidar cemaat ilişkisi, tüm köşe başları tutulmuş medya gücü ile bir araya gelince ülkeyi kargaşaya sürüklemeye çalışan bir terör örgütünün çökertilmesi gibi algıladığımız yakın geçmişin ayıbı… Ergenekon davası; ülkede kendi menfaatleri ve gizli hesapları uğruna direk ve dolaylı yoldan binlerce insanı mağdur eden, itibarsızlaştıran, hapislerde çürüten, maddi manevi insan onurunu çiğneyen bir ahlaksızlık zirvesiydi. Mustafa Balbay işte bu çirkin dönemin mağdurlarından birisi. Tutuklu kaldığı süre içerisinde “zaman dolum vakti” diyerek tüm süreci şiir üslubu ile okuyucuya aktarıyor. Üstelik ona bu haksızlığı, hukuksuzluğu reva görenlere küfretmeden, bağırmadan yapıyor bunu. Bir dönemin ayıbını, unutulmasın diyerek ölümsüzleştiriyor. Okurken değişik duygulara bürüneceksiniz. Özgürlüğü haksız şekilde elinden alınmış bir insan gibi hissedeceksiniz kendinizi. Üstelik evde rahat koltuğunuzda okurken olacak bu. Okuyun…


 KONSTANTİNİYYE OTELİ
Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli’den hiç beklemediğim, okurken hem şaşırıp hem de sinirlendiğim bir roman oldu Konstantiniyye Oteli… Livaneli; AKP ve din eksenli merkez sağ partilerin iktidarlarından çok yıpranmış olacak ki bu roman üzerinden sağlam bir eleştiri eseri ortaya çıkarmış. Ancak bunu yaparken kantarın topuzunu ya da daha doğru bir ifade ile haddini fazlası ile aşan, ahlaksız bir üsluba esir düşmüş. Romanda otelin açılışına özel davette masaları dolaşarak bu masalarda oturan davetliler üzerinden bir Türkiye insan portresi ve imajı oluşturmaya çalışmış. Türk toplumunu baştan aşağı aşağılayan; kutsalları, tarihi, gelenekleri, türküleri ile dalga geçen bir üslup. Bunu yaparken sadece kendi ideolojisi ile konuları değerlendirmek seçilen aşağılık karakterlerin tavırlarını İslamiyet’miş, Müslümanlık bunu öğretiyormuş gibi bir değerlendirme ile okuyucuya sunmak gerçekten büyük bir yazar ahlaksızlığı benim için. Sokak ağzı ile Osmanlı tarihiymiş gibi satır aralarına serpilen değerlendirmeleri inanılır gibi değil. Üstelik bu devirde herkesin saygısını kazanmış birçok tarihçimiz hayatta iken bunu yapması insanı gerçekten ziyadesi ile sinirlendiriyor. O ödüller almış, güvercin gibi barış sembolü ile toplumun genelinde saygı uyandıran aydın kimliğini sanki bir kenara atmış Livaneli. Ya da bunca yıl bunu saklamış içinde kopan fırtınaları en sonunda satırlara dökmüş mü demeliyim. Bilemedim.  Şüphesiz her yazar ideolojisini dayatmak için kitaplarında kaleminin gücünü kullanabilir. Bunu çok yadırgamıyorum. Ancak hiçbir yazar; eserlerinde, toplumların kutsalına sinsice hakaret edemez. Livaneli’nin bu romanına teknik ya da yazım anlamında hiçbir yorum getirmeyeceğim. Gerçekten buna değer bir eser değil. Çünkü konuşulması gereken bu değil eser için. Kitabı çok kez bırakmam gerektiğini düşünsem de sabırla bitirdim. Türk toplumunun tembelliği, uçkuruna düşkünlüğü, cehaleti, barbarlığı, eli kanlılığı, Kürt vatandaşlarımıza yaptığı işkenceler haksızlıklar, hiç adam yetiştiremeyen ve coğrafyamızda yaşayan Yahudi Ermeni ve Rum'ları da kendimize benzetişimiz gibi hikâyeler arasındaki analizler…  Bildiğin boktan bir insan müsveddesine dönüşmüşüz Livaneli’nin kaleminde.  Bu ülkede kısaca hiç adam çıkmamış. Bir kendi çıkmış.  Gerçekten üzülerek okudum.


 YUVARLAĞIN KÖŞELERİ
Özdemir Asaf

Özdemir Asaf’ın etika tarzı sözlerinin konu başlıkları ile derlendiği eserini uzun yıllar sonra okudum. Ancak aman aman bir keyif aldığım, üslubu ile hayrete düştüğüm söylenemez. Şüphesiz Asaf Türk yazım ve şiir dalında müstesna bir yere sahip. Ancak sayısı binleri geçen bu etika tarzı sözlerin bugün kaçını alıntılıyoruz diye sorarsak 40-50’sini diyebiliriz. Onunla bütünleşmiş hemen hepimizin alıntıladığı bu 40-50 sözün, şiirin ya da sloganın dışında kalanlar gayet sıkıcı ve anlamsız gelebiliyor okuyucuya. Değerlendirmemi bu genel üzerinden yaptığımı mutlaka hatırda tutunuz. Belki eser her gün birkaç etika okuyarak uzun soluklu okunduğunda daha fazla keyif alınabilir. Okunması gereken kült bir eser. Ama muazzam diyemem.

 GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
İlber Ortaylı

İlber Ortaylı’nın hayatta iken kesinlikle bir Atatürk eseri kaleme alması gerekiyordu. Çünkü mutlaka ama mutlaka hocanın bunu bir miras olarak bu ülkeye bırakması elzemdi. Ortaylı’nın bu eserini bir kere bu nedenle çok önemsiyor ve hocamıza teşekkür ediyorum. Yeni nesillere unutturulmaya çalışılan, tarihçiliklerinin ne olduğu bilinmeyen, ancak egemen oldukları medya gücü ile hiç hak etmedikleri ekranlarda,  7/24 düzmece kaynaklarla Atatürk kötüleyenlerin hakim olduğu bir dönemde yazdığı bu eser o kadar önemli ki… Eser salt bir Atatürk kitabı da değil hocamızın. Yakın geçmişi kendine has üslubu ile konuşur sohbet eder gibi yazıya dökerek size anlatıyor. Üstelik bunu birçok yazarın yaptığı gibi Atatürk’ü ululaştırmadan yapıyor Ortaylı. Tam bir tarihçi bakış açısıyla tam bir mukayeseli tarih analizi ile... Keyifle okudum. Ve eskimesin, gelecek nesillere de kalsın diye ciltli olanı tercih ederek kitaplığımıza kattım. Mutlaka kitaplığınıza katın.


 BÖĞÜRTLEN KIŞI
Sarah Jio

Çok satanlar listelerinde uzun süre yer bulan Sarah Jio ile tanıştığım ilk eseri oldu. Okunacak olanların çokluğu beni bu popüler yazardan uzak tuttu epey zaman. Elime aldığımda da açıkçası basit bir konu hoşuma gitmeyecek bir kurgu vardır ön yargısı ile okumaya başladım. Ancak hiç düşündüğüm gibi olmadı. Genç yaşında kendi dilini ve üslubunu oluşturabilmiş bir yazar buldum karşımda. Konu sıradan bir anne dramı gibi görünüyor olsa da; yazar 3 ayrı yaşam kesitini sizi romanın kurgusundan koparmadan hikâyenin içinde tutmayı başarıyor. Sanırım Sarah Jio’yu çok okunanlarda tutan sır, hemen hemen tüm dünyada insana dair hüzünlerin aynı oluşu. Bu hüzünleri okunabilir bir kurgu ile okuyucuya aktarınca başarı kaçınılmaz oluyor. Diğer kitaplarını da okuyabilirim. Yazara karşı pozitif bir görüşüm var. Sıkılmadan okuyacağınıza eminim.


 VATAN YAHUT SİLİSTRE
Namık Kemal

Namık Kemal’in çoğumuzun ilkokul döneminde tiyatrosunu izleyerek küçük yüreklerimize misafir ettiğimiz eserini 40’lı yaşlarda okumak insana biraz tuhaf geliyor. Tiyatro demek doğru olmadı. Piyes demeliydim. Hayatın hızlı akışı, yaşlanmışlık...  Adına ne dersek… Sevdiği kadını bırakıp “ille de vatan” diyerek Kırım savaşına gönüllü katılan İslam beyin ve onun peşinden orduya erkek kıllığında girerek İslam beyin yanında olmayı arzulayan Zekiye’nin bir solukluk kısa hikâyesi. Yazıldığı dönemde oldukça ilgi görmüş olan piyes Namık Kemal’in şüphesiz adıyla beraber ortak anılan eseri konumunda. Çocuklarımıza okumaları için teşvik edebileceğimiz vatan sevgisini yoğun anlatan mutlu sonla biten eseri okunmuşlar arşivine eklemek için okudum. 1 saatte okuyup bitirirsiniz.


 İNTİBAH
Namık Kemal

Namık Kemal’in en ünlü romanlarından biri şüphesiz... Nostalji tadında okunabilir bir eser. Günümüz yazarlarının eserleri ile kıyasladığımızda mutlaka size bir Yeşilçam filmi gibi gelecektir. Ancak okurken yazıldığı dönemi aklınızda tutarak okursanız daha fazla keyif alırsınız. O yıllarda kaleme alınan romanlarda nedense benzer senaryolara çok sık rastlanıyor. Sanırım bu durum, o yılların toplumundaki yaşam dinamiklerinden kaynaklanıyor. Zira günümüzdeki gibi şeytana pabucu ters giydirecek tarzda her gün bir yenisi ile uyandığımız kötülük gelişimi o dönemlerde daha sınırlıydı şüphesiz. Öyle olunca da eserlerin konuları ve felakete sürüklenen hayatların sebepleri hep aynı kapılara dayanıyor. Genel olarak bir kadına gönlünü kaptırarak hayatı mahvolan erkek ve yakınları konusu dönemin en tercih edilen kurgusu olmuş açıkçası. Bir çırpıda bitirebileceğiniz eserde Ali beyin hazin hayatını okuyacaksınız.

 ÜÇ NOKTADAN BİRİ
İlyas Amangeldi

2001 yılında yayınlandıktan sonra ikinci baskısını görmemiş olması açıkçası biraz hüzünlü bir detay benim için. Zira eser okunabilir nitelikte. Gönle, duygulara hitap eden bir roman... Yazar, dönüp deveran eden hayat mücadelesinde, okura hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını ve her olayın ilahi bir zincir ile birbirine bağlı olduğunu anlatan bir roman kaleme almış. Samet üzerinden bir aile dramını, birbirlerine yaşadıkları, paylaştıkları ile bağlı olan diğer karakterlerle birlikte kurgulayarak anlatmış. Hikâyeyi anlatırken bu dünya ile öteki alemin sırlarına perde aralamaya çalışıp kalbinize bazı soruları sormayı ilham ediyor sanki. Gerçekten ilk baskıda kalmasına üzüldüm. Ortadoğu’da buna benzer dramları romanlaştırarak aylarca çok satanlardan inmeyen birçok propaganda yüklü romanlardan daha temiz ve halis bir duygu ile yazılmış. Reklamı ve sponsoru olmayınca haliyle böyle garip kalmış bir köşede. Şahsen keyifle ve huzurla okudum.

 BEYAZ DİŞ
Jack London

Uzun zamandır okumayı hep istediğim ama tercihimi hep başka kitaplardan yana kullanarak ertelediğim bir eserdi Beyaz Diş… Bu sebeple kitabı kızıma ilk kitap hediyesi olarak satın aldım. Yaşına göre birçok kitap aldım tabi ama bunlar hep resimli, okumayı ilk söktüğü dönemki kitaplardı. Şu anda değil ileriki yaşlarında okusun diye aldığım ilk kitap hediyem. Kızımdan önce ben okudum haliyle. Keyifle okudum. Jack London sizi kurt köpek kırması Beyaz Diş’in peşinden Kuzeyin soğuk ormanlarına ve Güney’in sıcak şehir hayatına götürüyor. İnsanlığımızı Beyaz Diş’in dünyasından bir hayvana sorgulatıyor yazar. Bir hayvanın gözünden, tanrılaştırdığı insanoğlunun hayvanlığını resmediyor diyebiliriz. Macerayı anlatacak değilim. Mutlaka herkesin okuması gereken bir Dünya Klasiği... Benim gibi geç kalanlar varsa hemen okuma listelerine alsınlar derim.


 İLK HEDEF AKDENİZ'Dİ İKİNCİ HEDEF İKTİSAT
Şafak Altun

Cumhuriyet’in ilanından sonra; büyük insan gücünü savaşlarda kaybetmiş, yorgun, ticari ve ekonomik hayatı gayrimüslimlerin tekelinde kalmış, kapitülasyonlar ile yabancı sermayenin sömürdüğü bir ülkenin küllerinden doğma mücadelesinin bir özeti bu eser. Keyifle ve yer yer hüzünle okudum. Yazar sizi ekonomi ve iktisat terimlerine boğmadan, herkesin anlayabileceği bir dil ile Türkiye’nin sanayileşme ve kalkınma çabalarını, bu uğurdu atılan ekonomik adımları anlatıyor. Ve kesinlikle bu anlatımı, dönemin şartlarını da düşünerek objektif olarak yapıyor. Yapılan yanlışları, sonuç alınamayan adımları da eserinde belirtiyor. Kitabın bugün satışı yok araştırdığım kadarıyla. Bende sanırım 2007 yılında Platin dergisinin hediyesi olarak kitaplığıma katmıştım. Öyle hatırlıyorum. İyi ki de katmışım. Belki okumak çok uzun zaman sonra kısmet oldu ama keyifle okudum. Kesinlikle bir yayınevinin bu kitabı Şafak Altun’un yeni ilaveleri ile tekrar basarak okuyuculara kazandırması gerek düşüncesindeyim.


 KISA SÜRELİ GRUP TERAPİLERİ
Irvin Yalom

Psikiyatrist yazarın daha önce okuduğum “Bağışlanan Terapi” adlı eserinden keyif aldığım için okuduğum bir eser oldu bu. Açıkçası kesinlikle zamanım boşa gitti diyebilirim. Eseri bu dalda uzmanların okuması gerekiyor. Yazar, meslektaşlarına; terapileri nasıl uygulamaları, neyi hedeflemeleri gibi detayları bu daldaki insanı sinir eden kelimeler ile açıklıyor. Yani özetle akademik bir kitap sayılır. Örüntü, terapötik, psikoterapi… Bu kelimeleri bolca okuyacaksınız. Bu dalda bir kariyer sahibi veya öğrenci değil benim gibi sade vatandaş iseniz uzak durun. Kitaplığımıza neden girmiş onu da anlamış değilim. Birde burası var. Üstelik satın almışız bu eseri 2007 yılında. İnatla okuyup bitirdim.

 BİR VATAN İKİ REİS
Çınar Özkan

Çınar Özkan bu eseri neden yazmış ya da hazırlamış anlayamadım. Ortada bir vatan olduğu kesin. Ancak yazarın iki reis ile ne anlattığı, neyi amaçladığı belli değil. İki ayrı bölümden oluşan eser Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu anlatmayı amaçlamış. Muhsin Yazıcıoğlu’nun öğrencilik yıllarını, 12 Eylül askeri darbesinde yaşadığı 7,5 yıllık işkence ve hapis hayatını, MHP’den kopuşunu, BBP’nin kuruluş sürecinden bir helikopter kazası ile aramızdan ayrılışını özetleyen 2.bölüm okunabilir olan bölüm... Muhsin Yazıcıoğlu’nun bugün kesinlikle derin devlet ya da adice işlenmiş, planlanmış bir cinayet ile katledildiğine inanan biri olarak okuduğum, düşündüğüm bilgilerin bir anlamda tazelenmesi gibi oldu benim için bu ikinci bölüm. Yazıcıoğlu’na gönlümden her zaman bir sempati duymuşluğum olduğu için bu bölümü hüzünle okudum. Kitabın 1. Bölümü ise tam bir felaket. Abdullah Çatlı’yı övüyor mu yeriyor mu belli değil. Saçma sapan bir Susurluk skandalının devlet kayıtlarındaki perde aralama satırlarını okuyorsunuz. Bir anlamda iddianame, kurulan komisyonun raporları tutanakları vs. Ne anlatıyor belli değil bu bölümde yazar. Eğer eserin isminde zikrettiği gibi iki reisin hayat kesitini anlatma iddiasında ise Abdullah Çatlı bölümünde ben ortada bir reis falan göremedim. Devlet gücüyle faili meçhullere karışmış, Susurluk kazası sonrasında bildikleri ile sır olarak bu dünyadan ayrılmış Çatlı adına hiçbir doyurucu bilgi yok. Yazar Çatlı için bilgi bulamamış olacak ki kendisine reis diyerek bu bölümü devlet raporları vs. ile yazmış olmak için yazmış. Eserin adı “Bir Vatan Bir Reis” olarak değiştirilip sadece Muhsin Yazıcıoğlu’nu anlattığı bölümle kalmalıymış. Olmaz ama olurda devam baskıları çıkarsa yazar bu teklifimi düşünsün derim. Birinci bölümü direk geçip Muhsin Yazıcıoğlu bölümü için okunabilir yalnızca.


 ANNE BABA
Furkan Adil

Yazar, dinimizde kutsal iki varlık olarak görülen anne ve babaya dair sıcak bir eser ortaya çıkarmış. Okuyucuların içinde anne baba olanların muhtemelen eserin vermeye çalıştığı mesajı daha net anlayacaklarına eminim. Zira kendi anne ve babalarımıza karşı olan görevlerimiz ve onların yaşlandıklarında biz evlatlarına olan ihtiyaçlarını daha kalbi hissedeceklerdir. Nitekim ortada sizin de bir evladınız varsa aynı ihtiyacı sizin de yakın zamanda hissedeceğiniz gerçeği aklınızın bir köşesinde yer tutuyor okurken… Peygamber efendimizin (sav) kutsal hadislerinden ve Allah’ın (cc) anne ve baba ile ilgili hepimize indirdiği ayetleri ile zenginleştirilmiş, gönle dokunan hikâyeler ve menkıbelerle süslenmiş faydalı bir eser olarak değerlendiriyorum. Rahatça okuyup bitirebileceğiniz bir hacimde olan kitap sıkmayan bir üsluba sahip olması ile kısa sürede okunabilir.

 ABUM RABUM
İskender Pala

Sevdiğim, eserlerini okumaya başlamadan önce “eminim yine çok keyifli bir eser” düşüncesiyle tereddütsüz alıp okuduğum yazarlardan biri olan İskender Pala’nın moda tabir ile eksen kaymasına şahit olduğum bir eser oldu benim için. Yazarın o aşk ile harmanlanmış mistik yolculuğa çıkaran birbirinden güzel romanlarındaki hava gitmiş, yerine sanki büyük bir okuyucu kitlesi olmasından sebep devlet tarafından yazdırılmış, propaganda yüklü, gişe için yazılan ve sonrasında da filmi çekilen basit bir ABD aksiyon filmi senaryosunu andıran tarzda bir roman gelmiş. Gerçekten hiç ama hiç keyif almadım. Bu tarzda yazan çok iyi yazarları okumuş biri olarak zihnimde o tatlar varken Pala’nın bu tarza yönelmesi, kurgunun eğreti durması, 522 sayfa olmasına rağmen halının altına süpürülen aksiyonsuz sayfalar… Mutlaka elimize alıp okuduğumuz birçok kitap belirli bir propaganda amacı taşır. Alıp okuduğumuz batılı yazarlarda peki ala bunu yapar. Neden bizde yapmayalım? Onlar Müslümanları ve Ortadoğu’yu yalan yanlış değerlendirip kitapları ile evlerimize konuk oluyorsa bizde aynısını neden yapmayalım? Bunlar belki doğru sorular. Ama bunu Pala’nın yapması doğru değil. Kitap sanki romandan ziyade Batılı güçlerin ve Amerika’nın Ortadoğu’daki hain planlarını bir köşe yazısı ve makale ile değil de roman tadı ile servis edilme amacında gibi. Türk-Japon halklarının arasındaki dostluk ve muhabbet nedeniyle romandaki tek iyi yabancı karakteri de tabi ki bir Japon… Çok eğreti… Bunu yazarken bile üzülüyorum ama bildiğiniz bir İskender Pala kitabı değil. Bir gişe kitabı! Umarım Sayın Pala’nın bu tarzdaki ilk ve son eseri olur.

KİŞİSEL ETKİNİZİ GELİŞTİRİN
George Fotis

Kendi kurduğu bir danışmanlık şirketinden emekli olarak 88 yaşında bir kitap yazmak tabi ki taktir edilmesi gereken bir detay. Rota yayınlarının bir seri olarak yayınladığı kişisel gelişim türündeki kitaplar içinde okunabilir bulduğum eser diyebilirim. Zira bu türe karşı ön yargımı, okuduğum kişisel gelişim kitaplarına yaptığım yorumları bilenler bu “okunabilir” notumun değerini anlayacaklardır.  Daha insancıl buldum. Kısa hacimli, anlattıklarını dayatmadan öneri şekliyle anlatan bir tecrübe aktarımı kitabı diyebiliriz. Bu tür ile yatıp kalkıp bir türlü gelişemeyenler bir de bu eseri denesin derim...

MİLENA'YA MEKTUPLAR
Franz Kafka

Kafka’nın hayatında hiç şüphesiz Milena Pollack’ın çok büyük bir etkisi olmuş. Tabi bunu bugün Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları okuyarak öngörüyoruz. Kafka’nın; yazı ve hikâyelerini çeviren Milena’ya gönderdiği mektupların günbegün iş ilişkisi dışında, bir anlamda Milena ile nefes almaya dönüştüğüne şahit oluyorsunuz. Eser sadece Kafka’nın mektuplarını içerdiği için bir tarafı eksik kalıyor haliyle. Zira Kafka’nın bunalımlı anlarında, Milena’ya duyduğu aşkın bir karşılığının gerçekten var olup olmadığını anlayamıyorsunuz. Milena’nın evli olması ve mektuplaşmalar boyunca da evli kalması bu soruları arttırıyor. Eserin sonunda Milena’nın Kafka’nın doktoruna yazdığı mektupları okuduğunuzda aslında Milena’nın Kafka’ya bir aşk ile değil, bu genç yazarın garip, karmaşık ruh halinde bulduğu insancıl ve onu herkesten farklı kılan özelliklerine hayranlık duyan, sanki Kafka’yı hayatta tutmaya çalışan anne rolünü üstlenmiş gibi algıladım. Yayınevinin (olympia) bol baskı hatalı dizgisini de not ederek alıp okuyabilirsiniz.

MERAKLI PANDORA
Özge Doğar

Okuduğum en sıradan; değil bir cümle, bir kelime bile altını çizme ihtiyacı hissetmediğim eserlerden biriydi. Yazar ilk yazılarında küçüklükten beri çok kitap okuduğunu, küçük yaşta daktilo ile arkadaş olduğunu, tatillere dahi daktilosunu götürdüğü bir çocukluk geçirdiğini anlatıyor denemeleri öncesi. Açıkçası size; “ben çok iyi yazıyorum, sebebi de bu geçmişi haaaa” der gibi. Size zorla iyi bir yazar olduğunu kanıtlamaya çalışan bir ruh hali hakim. Kendine ait bir üslup yok. Kitap boyunca tek bir yazı varmış gibi. Aynı kelimelerin yerleri değiştirilmiş ve aynı cümleler tekrar edilmiş bir havası var. Birde yazarın hemen tüm yazılarında; “ben iyiyim, ben çok iyiyim, ben çok süper iyi biriyim” tarzı cümleleri çok sinir bozucu. En klasik tabir ile reklam kokan hareketler diyebilirim. Eserin birde editörüne not düşmek gerek. Eserdeki noktalama ve imla hatalarını görmeyen, düzeltmeyen editör! Deneme türünde kalem oynatmak zordur. Özetle yazarımız denemiş ama bana göre olmamış...

 09 MART 1971 DARBE GİRİŞİMİ
Ertuğrul Alatlı

Ertuğrul Alatlı’nın 2009 yılında Müdahale adlı eserini okumuştum. “Müdahale” eserinde 12 Mart 1971’den 12 Eylül 1980 darbesine giden süreci objektif olarak anlatan yazarın “09 Mart 1971 Darbe Girişimi” eserini de o tarihte okumaya karar vermiştim aslında. Aradan 9 yıl geçti ancak mümkün oldu. Alatlı bu eserinde de süreci hiç yorum katmadan; ilgili dönemin sağcısı, solcusu, politikacısı, hükümeti, muhalefeti, generali, gazetecisi ile özetle tüm kahramanlarının ağzından kronolojik sıra ile okuyucuya aktarıp yorumu size bırakıyor. Dikkat etmeniz gereken bir detay var. Kitap 12 Mart 1971 Muhtırası ve bu muhtıranın siyasal sonuçları ile eserini bitiriyor. Ancak asıl sorgulanan detay 3 gün öncesinde yapılması planlanan 09 Mart 1971 Darbe girişimidir. Zira 12 Mart’tan sadece 3 gün öncesinde yapılması planlanan darbe ve bu darbenin doğuracağı sonuçları okurken 12 Mart 1971 darbesinin aslında 09 Martçı darbe girişimcilerine de yapılan bir darbe olduğunu göreceksiniz. Kim bilir? Belki de 12 Mart muhtırasında koltuğunu kavga etmeden bırakan ve bunun için bugün eleştirilen Süleyman Demirel’e hak bile vereceksiniz. Yazarın iki eserini de birlikte okumanızda fayda var. Çünkü her iki eseri de okuduğunuzda 27 Mayıs 1960 darbesinin öcünün 12 Mart 1971’de, 12 Mart 1971 muhtırasının öcünün 12 Eylül 1980 darbesi ile alındığını net olarak analiz edeceksiniz. Ne garip ki darbeleri yapan aynı ordu, 10 yıl sonra bir önceki darbede ortaya çıkan Anayasa’nın değiştirilmesini şart koşan argümanlarla siyasal rejimlere müdahale etmiş. Örneğin 12 Mart Muhtırasının Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanı Memduh Tağmaç bakın muhtıra sonrası ne diyor: “27 Mayıs Anayasası durdukça hiçbir mesele halledilemez ve bu hürriyetler varken kimse memleketi idare edemez!..” Bu söylenerek rejime müdahale edilen ülke, Nihat Erim hükümetleri ve değişen anayasa ile ülkede hiçbir sorunu düzeltememiş ve ne hikmetse yine düzeltmek için ölen yüzlerce vatandaşın gencin arkasından 12 Eylül 1980 darbesini yaparak yeni anayasa ile kurtarıcı rolüne bürünmüş. Maalesef Türkiye hala kendi ideolojisine göre darbe sevicidir. Kimi 12 Eylül’de mağduru oynar, 27 Mayıs’a alkış tutar vs. Türkiye tüm darbeleri ile adam gibi yüzleştiğinde eminim bu ülkede hiçbir zaman darbe olamayacak…


 SABIRSIZ YÜREK
Stefan Zweig

Usta yazarın sanırım tek uzun soluklu romanı... Yazar tamamen kendisine anlatılan gerçek bir yaşam hikâyesini kitaplaştırdığını söylüyor. “Aslında kitabı yazan ben değilim” yorumunda bulunuyor. Tabi ki kendisine anlatılan bu yaşam kesitini Zweig kendi ustalığı ile işlediğinden bu yorumu tamamen alçak gönüllülük olarak değerlendirebiliriz. Tepeden tırnağa bir Zweig eseri sonuç olarak. Koltuk değneklerine muhtaç yürüyemeyen bir kızın ve ona merhamet ile yaklaşan bir süvari askerinin sonu hüzünle biten hikâyesini okuyacaksınız. Hayatının baharında umutla umutsuzluk arasında gidip gelen genç bir kızın dramından ziyade ona merhamet ve yardım için yaklaşan erkeğin buhrana sürüklenen iç kavgası çok daha dramatik sahneleri içeriyor. Yaşam kavgasında insanoğlunun “doğrusu budur” diye düşündüğü ama ne çok yanlış yaptığının altını çiziyor. Usta yazar kısaca; “kime göre neye göre doğru...” diye soruyor size.


 MERCAN MAĞARALARI
Safvet Senih

2011 yılında kitaplığımıza girmiş bir eser. Ancak bugün okumuş oldum. Kitabı bitirdikten sonra buram buram kokan bir Fethullah Gülen ifade tarzı nedeniyle “kim ulan bu yazar?” sorusunu sormama vesile oldu. Meğer Abdullah Aymaz imiş kendisi. Savfet Senih müstear ismi ile kitap basılmış zamanında. FETÖ terör örgütünün büyük abilerindenmiş kendisi. Kitabın içeriğinde zararlı bir durum yok. Ancak çok sıkıcı diyebilirim. Yazarın kendisi de taktim bölümünde “derme çatma bir şey meydana geldi” demiş. Gerçekten derme çatma, bütünlüğü olmayan bir eser görünümünde. Dünya üzerinde İslam dininin hızla yayılarak beklenen huzurlu yaşamın sancılarını ve sonrasında ortaya çıkacak huzurlu bir dünya düzeninin ümidini aşılamaya çalışmış. Bu ülke insanına silah sıkan, temiz duygularını sömüren bir yapının adamı olarak bu satırlar ne kadar da garip ve sahte geliyor insana bugün. O kadar çok yayınevi, farklı müstear isimlerle yayın hayatında olmuşlar ki kıyıdan köşeden evlerimize girmiş neşriyatları. Şuan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yazar ve kitaplarının satışı yok bildiğim kadarıyla...


 MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE ATATÜRK
Mediha Akarslan

Üniversite yıllarında son senemizde bir dersimize girdiğini hatırladığım hocamızın eseri. Çok yüzeysel, küçük hacimli bir dış politika incelemesi diyebiliriz. Bir öğretim görevlisi olarak sınavlarda kitaptan satırı satırına aynı şekilde cevap isteyerek, bir anlamda yazdığı kitabı zorla aldıran hoca olarak hatırlanıyor Akarslan. O yıllarda meşhur bir yöntemdi bazı hocalar için bu. Neyse... Okuduk geçti gitti.




 BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ
Khaled Hosseini

Roman Afganistan’da kadın olmanın dramını konu alıyor. Meryem ve Leyla’nın hayat hikâyelerini okurken Afganistan’daki siyasi kavgaların iç savaşların küçük satırbaşlarını da okuyucuya sunuyor yazar. Yazarın okuduğum ikinci eseri. İnsanın sinirini bozan bir kurgusu var kitabın.  Dramın dozunu o kadar abartıyor ki yazar, gerçekten sanki işkence eseri okuyorsunuz. Bu şekilde genellikle Müslüman ülkelerde geçen olayların ve karakterlerin olduğu romanlarda olaylar çok fazla dram yüklü ise huylanıyorum. Bu romanda da aynı ruh haline büründüm. Belki doğru değil bu anlamda yorumlamak ama sanki yazarın içten içe roman içinde seçtiği ve inanılmaz iğrenç ve dayanılmaz kötü karakterlerin isim seçimi bile manidar. 1980 yılında ailesi ile ABD’ye sığınmış yazarın seçtiği bu isimler tesadüf olamaz. İki kadının dramında başroldeki erkek karakterlerin isimleri Celil ve Raşit... İğrenç ötesi karakterler. Hatta Kabil’den kaçmaya çalışırken yardım istedikleri tek bir sayfada geçen Vekil karakteri. Hepsi Allah’ın (cc) 99 isminden biri. Hepsi birbirinden aşağılık karakterler. Neden bu isimler? Kimse Afganistan’da huzurlu bir hayatın hakim olduğunu düşünmüyor. Ama içten içe romanı, karakterleri ve dram yükü ile okuyucunun zihninde özel bir Müslümanlık düşmanlığı amaçlanmış sinsi bir eser gibi algıladım. Çünkü İslam’ın gerçek değerlerini bilmeyen birçok insan maalesef bu tür kitaplardaki ve bu topraklarda yaşatılan dramın sorumluluğunu İslam dinine atıveriyor kolaycılıkla. Propagandanın gücünü es geçemeyiz. Gerçek mesleği doktorluk olan bir yazarın seçtiği özel isimler, bu isimlere yüklediği aşağılık rollerin dışında ne hikmetse Afganistan iç savaşında her detayı satır aralarına işlerken, bu dramı yaşatanlara silah satan, Usame Bin Ladin’leri besleyen sığındığı ABD’ye hiç yer vermemiş. Neredeyse 2001 ikiz kulesi saldırılarından sonra ABD’nin Afganistan’a müdahalesini öylesine geçiştirmiş yazarımız. Hatta karakterler üzerinden “bu müdahale de doğru değil ama sonu güzel olacak” gibi ifadelere bile rastlıyorsunuz. Afganistan dramında ABD’nin rolünü es geçmek. İç savaştan kaçıp ABD’ye sığınan bir yazar olunca diyet borcu kaçınılmaz oluyor haliyle. Ben romanları salt içindeki hikâyeye odaklanarak okumuyorum maalesef. Kesinlikle muazzam bir eser değil. Propaganda yüklü sinsi bir eser olarak hafızama not ettim. Bu gözle okumanızda fayda var.


 İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
İskender Pala

Dilimize yerleşmiş, kısa ve öz olarak anlatılmak isteneni hemen anladığımız deyimlerimiz, atasözlerimiz ve kalıplaşmış cümlelerimiz vardır. Deyimlerin ortaya nasıl çıktıklarını, tarihi geçmişini kısaca anlatarak bu türde daha kapsamlı hazırlanabilecek eserlere bir nevi kılavuzluk yapmayı amaçlamış İskender Pala… Günlük yaşantımızda çok sık kullandığımız deyimler olduğu gibi benim açıkçası hiç yaşamım boyunca kullanımına rastlamadığım deyimlerin hikâyeleri de mevcut eserde. Hacim olarak hemen 1 günde okuyup bitireceğiniz rahat, tasasız bir kitap. İskender Pala’nın romanlarından sonra çok yavan bulduğumu söylemeliyim. Yazarın kendisi de deyimlerin kaynaklarını arayıp bulmanın meşakkatli bir iş olduğunu belirtiyor. Bu zorluk hat safhada olmalı ki eserin hacminin makul bir seviyeye gelmesi için bugün için çokta önemi kalmamış deyimlerle zenginleştirilmeye çalışılmış gibi duruyor. İskender Pala tercihi için çok gerekli değil. Yazarın çok kitabını okuduğum için bunu da okumak istedim. Ama siz çok fazla tanışmamış iseniz yazarla, bu eserden başlamanızı tavsiye etmem.


 DARBENİN KAYIP SAATLERİ
Mete Yarar & Ceyhun Bozkurt

15 Temmuz’da gerçekleşen ülke tarihindeki en hain kalkışmanın detaylarını TV ekranlarında en objektif anlatan kişi şüphesiz Mete Yarar olmuştu. Darbe girişiminin ilk günler ve haftalarında açığa çıkan her yeni detayı bizlere anlatırken bir anlamda o saatleri bize yaşatan bir üslubu vardı Yarar’ın. O günlerde kendi kendime bu hain kalkışmanın bir kronolojik detayı kitaplaştırılacaksa bunu Mete Yarar’ın yapması gerektiğini düşünüyordum. İşte bu kitap tam da o kitap... Ülkenin en hain darbe girişimiydi 15 Temmuz. Zira halkını korumak için envanterinde olan silahları halka doğrultan, öldüren, kendi yapılarının bekası için her şeyi mubah gören ve bu uğurda sinsice tüm kurumlara sızmış kripto bir terör örgütünün kalkışmasıydı 15 Temmuz. Eseri okumak için belirli bir siyasi fikre, anlayışa sahip olmanız şart değil. Fetö terör örgütünü ve bu örgütün kendi dışında ona dokunan hemen her yapıya kurduğu kumpasları bilmeniz, farkına varmanız yeterli. Kitapta beni sıkan tek detay bu darbeyi hayata geçiren hainlerin tepeden tırnağa yalan ve insan aklıyla dalga geçen ifadelerinin de eserde yer almasıydı. Birde haliyle çok isim var. Aklınızda tutmanız mümkün olmuyor okurken. Yarar ve Bozkurt’un bu titiz çalışmasını herkese tavsiye ediyorum. Destek yayınlarından okuyucu ile buluşan kitabımız 487 sayfa.


 DEVLET BAHÇELİ ve ÜLKÜCÜLER HAKKINDA HERŞEY
Sabahattin Önkibar

2017 yılında bir arkadaşımın “bu kitap yasaklandı, ben okudum, piyasadan toplatılmadan sana da alıp hediye etmek istedim” diyerek verdiği bir kitaptı. Bu devirde hala kitap yasaklama zihniyetinin analizine girmeyeceğim. Kitaplardan korkmak başlı başına bir paranoya çünkü… Evet, maalesef eserin satışı yok şuan için. Çünkü net bir şekilde MHP’nin içinde bulunduğu; geleneğinden, köklerinden beslenmeyen, ülkücülük ile uzaktan yakından alakası olmayan bir lider ile 20 yılda ne hale getirildiğinin özetini anlatıyor Önkibar… Derinlemesine bir analiz kitabı değil. Zaten gerekte yok açıkçası. Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar kitabında sadece yakın geçmişi net sorularak sorarak sorguluyor. “Neden” diyor kısaca. Bu soruları o kadar net soruyor ve o kadar net okuyucunun gözüne sokuyor ki; rahatsız olanlar, düşünceye düşünce ile yazı ile kitap ile cevap veremeyenler hemen eseri yasaklayıveriyor. Zira kimse okumasın, bilmesin, anlamasın “Survivor” izlesin! Devlet Bahçeli için en büyük iddia; kendisinin Mit ajanı olarak MHP içine sokulması olarak göze çarpıyor. Eseri okuduğunuzda, yakın geçmişte Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin parti ve ülke adına kritik eşikler önüne geldiğinde sergilediği tavırları okuduğunuzda, daha doğrusu çok yakın geçmişte olduğu için hatırladığınızda kararınızı kendiniz vereceksiniz. Yasaklansa da başarılı bir Devlet Bahçeli araştırması olarak ibretle okudum.


 FERRARİSİNİ SATAN BİLGE
Robin Sharma

Satışı yapan bilge, motor gücü ve 0-100 saniye hızlanma süresi daha iyi olan Lamborghini alır ve Himalayalar’a doğru akraba ziyaretine çıkar. Ama arabanın altı çok alçak olduğundan yolda kalır… Tabi ki eser bu yazdığımdan bahsetmiyor. Bir dönem en çok satılanlar ve okunanlar listesinden düşmeyen eseri, muhtemelen bu alıp okuyanların tamamına yakını bırakın Ferrari’yi, belki arabası bile olmayan zümre idi. Ben böyle, anlatılanlar sanki çok büyük bir sırmış gibi cilalanarak sunulan bu tip bilge ayaklarına hasta oluyorum. Kitapta anlatılan o bütün erdem, iyilik yapmak, zamanı doğru kullanmak vs. gibi insan hayatında olması gereken doğruların tamamına yakınını dünya üzerinde gelmiş geçmiş bütün hak dinler zaten size anlatıyor. Hatta bunun için hayali bir Himalaya eteklerinde dolanan bilgelerin sözlerine de ihtiyacınız yok. Bilakis Yaradan zaten bunun için bizlere yüzlerce Peygamber göndermiş. Şimdi tüm bunlar moda tabir ile out, bu yogi yoga tarzı dağ eteklerinde yaşayan insan içine karışmayan muhteremlerin sözleri in… Bu insan içine karışmayan inzivaya çekilmiş muhteremler bir de nedense “iyilik yapın, iyilik yapın” diye çırpınıyor. Ulan insan içine karışmıyorsun dağdan inip yapsana iyilik insana! Okudum mu? Okudum. Eseri okuyan binlerce insan… Ne oldu sattılar mı Ferrarilerini, iyilik mi doldu dünya? Sadece okuyanlar değişseydi yeterdi aslında. Bu erdemler insanın mayasında varsa vardır. Yoksa geçiniz bu spritüal yolculuk ayaklarını. Baki olan Topkapı Aksaray yolculuğundaki sıkışıklık…


 İNSAN NE İLE YAŞAR
Lev Tolstoy

Ünlü Rus yazarın birbirinden bağımsız 7 ayrı hikâyesinin yer aldığı kitaba ismini veren hikâye içlerinde en etkileyici olanı diyebilirim. Kunduracı Simon’un yarı çıplak halde bulduğu Mihael’i evlerinde karısı ile konuk ederek bu gizemli misafir ile hayatlarında değişen olayları okuyacaksınız. Genel itibari ile 7 hikâyenin ortak özelliği Dünya hayatının faniliği ve kişinin bu dünyada arzularının esiri olmadan, haksızlık yapmadan yaşamayı temel düstur kabul ederek yaşaması denilebilir. Eserdeki hikâyelerin Tolstoy’un muhtemelen hayatın anlamını sorguladığı ve onu dini bir yaşam sürmeye yakın hale getirdiği, kalabalıklardan ve görkemden uzak bir hayat sürdüğü dönemlerinde kaleme aldığı hikâyeler olduğu tartışmasız. Uğur Tuna yayınlarından okudum eseri. Yayınevinin bol yazım ve baskı hataları göze çarpıyor. Aslında marketlerde bir havuz içinde insanlara sunulan kitaplardan uzak durmak gerek. Zira bu tip baskı imla hataları hep bu tip market havuzu kitaplarından çıkıyor. Yazar Tolstoy olunca kayıtsız kalamamış 2015 yılında almışım kitabı. Muhtemelen çokta ucuza almışımdır. Tolstoy sonuçta… Baskı hatalarını hoş görüp okunanlar arşivinize kaldırın. Hayat kısa çünkü. Ne kadar Tolstoy varsa okumalı…


 CHE GUEVARA
Yaşar Şahin Anıl

Küba devriminin Fidel Castro ile tartışmasız en büyük ismi olan Che’nin hayatını anlatma iddiasında bir eser. Şahsen Che hakkında doyurucu bir eser okuduğumu söyleyemem bugüne kadar. Onu unutulmaz ve simge bir isim haline getiren gerilla ve devrimci ününü bir anlamda kulaktan dolma, tarihi bir ünlü şahsiyet bilinci ile değerlendirenlerden biriyim. Zannımca pek çok kişi de aslında aynı durumda. Bu anlamda Che hakkında okuduğum ilk eser olması bakımından kitabı önemsiyorum. Ancak bir şeyler eksik. Hakkında donanımlı bir eser okumamama rağmen bu kanıya neden vardığımı bilmiyorum. Altıncı his, çok okuyanların her okuduklarına hemen sarılmaması, bir imbikten geçirme tavrı vs. denebilir. Eser Che’nin Küba devrimi ile efsaneleştiği dönemle devamında yeni devrim hayalleri ile gittiği Kongo ve sonrasındaki Bolivya başarısızlıklarının özetini sunuyor. Güney Amerika ülkelerinin ilgili dönemlerdeki genel siyasal ve toplumsal yapılarının özetini de ilk bölümde okuyacaksınız. Çocukluk ve aile dönemine de değinilen Che’nin Bolivya’da yakalanması ve hayatını kaybetmesi ile bu ünlü devrimcinin özet hayat hikâyesi de son buluyor. Bir şeylerin eksik olduğundan bahsettim. Kendimce sebebi şu: Che Guevara büyük çoğunluğun bugün algıladığı ya da inandığı gibi katıksız, hatasız bir örnek insan değil şüphesiz. Buna hiçbir zaman inanmadım. Zira dünya üzerindeki her devrim mutlaka insan fıtratından kaynaklı adaletsizlikleri zulümleri de beraberinde getirmiştir. Che’nin hayatı boyunca her yaptığı uyguladığı detayların katıksız doğru olduğuna inanan biri de değilim. Bunu ispat etmeye çalışanlarla da açıkçası tartışmıyorum. Tarihe mal olmuş isimleri ilahlaştıran, salt sevabı ile ya da salt günahı ile değerlendiren, yeren ya da tapan biri olmadım. Bunda belki çok okumaya çalışmanın da etkisi büyük. Eser Che’nin daha çok olumsuz taraflarını ön plana çıkarmaya çalışmış gibi. Kantarın topuzunu kaçırmadan yapmaya çalışılmış hissine kapıldım. Sanki okuyucuya bunu empoze etmeye çalışan bir eser gibi duruyor. Bir şeylerin eksik olduğunu söylememin temel nedeni bu. Özellikle Che’nin devrimciliğinin ve hayatının genel bir değerlendirmesinin yapıldığı son bölümde açıkça yazar çocuk yaştaki ailevi ve astım hastalığından yola çıkarak psikolojik sorunlu bir birey imajı çizmek için elinden geleni yapmış. Daha doğrusu bir psikiyatri gibi Che’nin bu yönde bir insan olduğunu anlatmak için bu tarz kaynakları didikleyip durmuş. Bundan hoşlanmadım. Hayatını anlattığınız tarihe mal olmuş bir bireyin karakterini okuyucuya psikolojik değerlendirmelerle empoze etmeye çalışmak açıkçası çok sinir bozucu geldi bana. Tatmin eden bir eser olmadı beni. Ama yine de Che hakkında ve dönemi için genel bir bilgilendirme açısından okumaktan pişman olmadığım bir eser oldu. Panama yayıncılıktan çıkan eser 473 sayfası ile anlaşılabilir bir dil ile rahatça okunabilir. Okuduktan sonra mutlaka Che hakkında başka eserlerde okunmalı.


 KONGO'YA AĞIT
Jean Christophe Grange

Lontano eserinde yakalanmamış çivi adamın peşinden gerilim bu kitapla sonuçlanıyor. Araya çok uzun süre girmeden devam niteliğindeki bu eseri de okumak gerekiyordu bir Grange hayranı olarak... Morvan ailesinin köklerini ve sırlarını da yine bu kitapta öğreniyor olacaksınız. İlk eserden farklı olarak bu kez sadece polis olan Erwan değil, Morvan ailesinin diğer üyeleri de katillerin izini sürüyor. İlk eserdeki gibi sürekli bir cinayet vakaları yerine tüm bilmeceyi çözecek bir kurgu hazırlamış yazar. Bu kadar karakter ve düğümü kurgulamak, sizi esere mıhlamakta yazarın başarısı zaten. Ben zaten Grange hayranı olduğum için ziyadesiyle tatmin oldum eserden. 607 sayfalık eser Doğan yayıncılıktan sizleri bekliyor.


 BAĞIŞLANAN TERAPİ
Irvin Yalom

Psikiyatrist yazar Irvin Yalom’un okuduğum ilk eseri… Yazar aslında eserini psikiyatri dalında eğitim gören ve mesleğe yeni başlayan meslektaşlarına ipuçları veren bir tarzda hazırlamış. Önsözde bu durum açıklanıyor. Bu açıdan kitabı elime aldığımda tereddüt yaşadığımı söylemeliyim. Sonuçta ben bir terapist değilim. Ancak okudukça yazarın sadece meslektaşlarını muhatap alan bir dil yerine okuyucu olarak sizi de bu dalın detaylarına konuk ettiğini görüp rahatladım. Keyifli bir okuma süreci oldu benim için. Terapi konusunda verdiği ipuçlarında hastalarla ilgili örnekler kısa ve öz. Zira eser, bu dala ilgi duyanlara yazarın kendi tecrübelerini ve mesleki sırlarını anlatmasını amaçlıyor. Sıkılmadan okuyacağınızı düşünüyorum. 263 sayfalık eser 2002 yılında “Kabalcı” yayınevinden çıkmış…


 STEPANÇİKOVO KÖYÜ ve SAKİNLERİ
F. M. Dostoyevski

Şüphesiz Dostoyevski’nin eserleri içinde bir başyapıt değil bu eseri. Hatta okumasanız da bir şey kaybetmeyeceğiniz bir eser diyebilirim. Ünlü yazarın mizahi bir dille kaleme aldığı eser olarak nitelenmesi de oldukça şaşırtıcı geldi bana. Tebessüm bile etmedim. Sinir bozucu Foma Fomiç karakterinin asalak gibi yaşadığı bir ailenin ve Stepançikovo köyü içindeki ilişkilerini anlatan garip bir hikâye... Tüm aileyi parmağında oynatan Foma Fomiç karakteri Güldür Güldür şovda Çağlar Çorumlu’nun canlandırdığı “Alıngan Şevket” karakteri ile aynı diyebilirim. Tek farkı okurken gülmüyorsunuz. Ünlü yazarın “Kumarbaz” eserinden sonra hoşuma gitmeyen ikinci eseri oldu. Ama Dostoyevski candır. Değişmez. İletişim yayınlarından çıkmış eser 290 sayfa.


 BEDEN DİLİ
Allan Pease

Kişisel gelişim kitapları her zaman bana karşı 1-0 mağlup başlar okuma serüvenine. Bu türde önyargımı kıran çok az eser oldu. Kıramayanlar kervanına “Beden Dili” eseri de katılmış oldu. Hemen hepimizin bildiği, günlük hayatımızda gözlemleyebileceğimiz beden dilinin ipuçlarını vermeyi amaçlayan bir eser. Sıralanan hareketlerin hepsini biliyoruz be sayın yazar... Birde bilimsel bir eser diye okurken evrim teorisi ve maymundan gelme tezi ile esere giriş yapan yazarımız benden uzak olsun. Rota yayınlarından okuyucu ile buluşan 202 sayfalık bol resimli kitap, gereksiz ve vakit kaybı kitaplar kervanımın son üyesidir.


 HÜKÜM GECESİ
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri’nin eserleri içerisinde siyasi roman olma özelliğinin en baskın olduğu eseridir Hüküm Gecesi… 2.Meşrutiyet yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu buhranlı dönemi, dönemin gerçek karakterleri ile romanına aktarması ayrı bir özellik olarak göze çarpıyor. Bu açıdan tarihi roman olma iddiasının hakkını ziyadesi ile veriyor. 2.Meşrutiyet dönemindeki İttihat ve Terakki yönetiminin; baskıcı, muhalefete ve karşıt görüşe izin vermeyen teşkilatçı yapısını, Hürriyet ve İtilaf partisinin muhalefetini tarihsel bakış açısı ile romanlaştırıyor.  Ahmet Kerim karakteri gözünden her iki teşkilatın, dönemin basın hayatının, umum halkın yaşamının kesitlerini ciddi bir eleştiri ile okuyucuya sunuyor. Bir anlamda Yakup Kadri’nin Cumhuriyete giden yolda kendisinin de mebusluğuna ve Atatürk’ün güvendiği yakın isimlerden biri olmasına götürecek diğer romanlarındaki o ışığı aratıyor sizlere. 3 bölümde değerlendirdiğimde giriş ve gelişme kısımlarında daha sürükleyici bulduğum ancak sonuç bölümünde Ahmet Kerim’in iç dünyasındaki haddinden fazla uzun betimlenen buhranları okurken yer yer sıkıldığım bir eser oldu. Son bölümlerin de belirli bir oranda sıkılsam da bir dönemi gerçek olayları ile anlaşılır şekilde romanlaştıran Yakup Kadri’nin bu eseri okunması gereken temel edebiyat eserlerimizden biridir görüşündeyim. 317 sayfalık romanı İletişim yayınlarından temin edip okuyabilirsiniz.


 BABA SENİ NEDEN ORAYA KOYDULAR
Nedim Şener

2007 yılında öldürülen Hrant Dink cinayetinin perde arkasındaki ihmalleri, bu cinayetin sıradan bir cinayet değil organize bir cinayet olduğuna dair kanıtları araştıran, kitaplaştıran gazetecidir Nedim Şener… Bu eserleri ve mücadelesi ile rahatsız ettiği o görünmez eller tarafından “Ergenekon terör örgütü üyesi olmak” suçlamasıyla tutuklanmasını ve bir yılı aşkın süren hukuk mücadelesinin tarih tanıklığı bu eser… Çok sevdiği kızından ve eşinden ayrı kaldığı hukuksuz geçen 376 günün panoraması. 2018 yılında okuduğunuzda aslında Şener’in neden tutuklandığını net olarak görüyorsunuz. Zira ülke içindeki tüm kurumlara yerleşmiş bir cemaat yapılanmasının “Ergenekon darbesi” adı altında, kendisine ve yayılmasına en fazla zemin bulduğu iktidara muhalif olan hemen herkesi itibarsızlaştırarak, hapislerde çürüterek, kendi silahlı darbelerini yapmaya varacak kadar müsait bir zemin hazırladıklarını yaşayarak görmüş bir dönemden geçmişsiniz çünkü. Hal böyle olunca 2012 yılında yazılan eserde Nedim Şener’in cemaat detayını neden çok yazmadığına takılmamanız gerekiyor. Eseri; asli görevi kamuoyuna doğru bilgileri vermekle yükümlü kutsal bir meslek çalışanının hukuk dışına çıkmadan verdiği azimli mücadeleyi merak ederek okumalısınız. Nedim Şener’in bu mücadelesini okurken yakın tarihte yaşanan hukuksuzluk tarihini de hatırlamış oluyorsunuz.  Belki de yakın gelecekte aynı hukuksuzlukları görecek bir nesilde olabilirsiniz. Umarız olmasın. Ama şayet olursa da umalım ki Nedim Şener gibi başka birileri olsun ve yine yazsın. 519 sayfalık kitap Doğan yayıncılıktan kitaplığınıza misafir olmayı bekliyor.


 DEFTERİMDEN PORTRELER
İlber Ortaylı

Ortaylı hoca bu eseri için önsözde “benimkisi bir eskiz çalışması” diyor ve ekliyor, “okuyucunun ilgi ve tepkisini bekliyorum…” Bir anlamda bu türde bir eser kaleme almaya devam edip etmeyeceğinin ipucunu da vermiş oluyor. İlk yayın tarihi olan 2011 yılından bu güne kadar devamı gelmediğini düşünürsek sanırım tepkiler çok olumlu olmamış esere. Bu girişi neden yaptım? Benim açımdan da çok olumlu hoşuma giden bir eser olmadı çünkü. Özellikle derya deniz tarih hocamızın onlarca kitabını okumuş, TV programlarını dinlemiş biri olarak eski dönemlere ait kişileri kısa bir portre olarak bize sunması gerecekten çok sönük duruyor. Ben İlber Ortaylı’nın eserlerini okurken bana düşündürdüğü o zenginliğe alışmış biri olarak keyif almadım. İkinci bölüm olan “Çağdaş Türkiye’den Portreler” kısmı daha fazla içine çekti beni. Aslında hocamız kendi hayatında bizzat tanıştığı, dokunduğu insanlardan derlenmiş bir portreler sunsa çok daha hoş olur düşüncesindeyim. Devamı gelecek ise bu şekilde olmalı. Zira hocamızın hayatına etki eden portreleri okumak gerçekten keyifli. Örneğin bir Halil İnalcık, Süreyya Faruki, Bülent Ecevit, Recep Yazıcıoğlu, Hüseyin Hatemi gibi portreleri okuduğunuzda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.


 LONTANO
Jean Christophe Grange

Polisiye-Gerilim türünün şüphesiz en büyük yazarlarından biri Grange. Benim için bu türde müstesna bir yere sahip yazar. Lontano; sizi Afrika ve Avrupa arasında seri cinayetlerin izini sürmeye çağırıyor. Grange, eserindeki katil ve diğer karakterleri her zamanki gibi hafızanıza kazımayı başarıyor. 655 sayfalık koşturmaca bu kez büyük final ile sonuçlanmıyor. Devam niteliği taşıyan “Kongo’ya Ağıt” eserini de okumak gerekecek. Bu türden hoşlananlar için yüksek oranda tatmin garantisi verebilirim. Yazar geçmiş eserlerinden farklı olarak Lontano’da bir aile dramını da işliyor. Dikkat çeken bir detay da bu aslında… Sadece katillerin izini sürmüyor, Morvan ailesinin içindeki karmaşık sorunları da merakla takip ediyorsunuz. Muhtemelen bu aile içindeki soruların cevaplarını “Kongo’ya Ağıt” eserinde bulacağız. Kitap ile alakası olmayan tek eleştirim yayıncı Doğan Kitaba olacak. İlk kez, kitabın kalınlığının fazla olmasından kaynaklı, sanırım maliyeti düşürmek için soğan zarı gibi çok ince, kalitesiz bir hamur kullanıldığına şahit oldum bu yayınevinde. Doğan Kitabın bundan daha kalın kitaplarda bile 1.hamur kâğıt kullandığını bilen ve kitaplığında bu şekilde onlarca kitap bulunan biri olarak “Lontano” baskısında neden böyle hareket edilmiş anlayamadım. Kitap Yurdu sitesinden almış olmasam korsan denebilir. O derece kalitesiz sayfa hamuru. Benim elimdeki baskı böyleydi. Umarım sonrasında düzeltilmiştir. Grange ile hala tanışmayanlar mutlaka tanışsın. Sonra zaten benim gibi tüm eserlerini alıp okursunuz.


 YAKICI SIR
Stefan Zweig

Zweig eserlerini okuduktan sonra yorumlamak beni açıkçası çok yoruyor artık. Zira her eserinde bir okuyucu olarak “bu da çok iyi” demekten yoruldum. Ustanın bu kez konu aldığı hikâye, küçük Edgar’ın 12 yaşın getirdiği çocuk ruhu ile büyümüş olma arasındaki ince çizgideki hazin mücadelesi olarak nitelenebilir. Küçük bir tatil için Avusturya Alplerine giden Baron ile sağlığı için aynı yere giden Edgar ve annesi başkahramanlarımız... Bu 3 kişi arasında geçen hazin bir yalanlar mücadelesi. Usta sizi küçük Edgar ile o kadar bütünleştiriyor ki annesi ile Baron’un arasındaki yasak ilişkide bir kenara atılan, hiçe sayılan Edgar ile soluyorsunuz hikâyeyi. Annesini koruma uğruna o küçük yumruklarını, gözlerinde biriken yaşları yüreğinizde hissediyorsunuz yine. Kısacık bir hikâye ile Zweig yine hayatın tam içinden etkileyici bir kesit sunuyor bizlere. Hem bu kez mutlu sayılabilecek bir son ile de bitiriyor eserini. Yine okunası…


 AVRUPA VE BİZ
İlber Ortaylı

İlber Ortaylı Avrupa ve onun kurumları ile olan mücadeleyi kapsamlı bir tarihi bakış açısı ile eserinde taktim ediyor okurlarına. Avrupa’yı oluşturan tarihi geçmişin ve geleneğinin; kendi geçmişimizle, tarihimizle ve geleneğimizle olan münasebetlerinden yola çıkarak doğru anlaşılabileceğinin altını çiziyor. Ortaylı hoca o kadar muazzam detaylara inerek konuyu anlatıyor ki; böyle bir tarihçinin bizim ülkemizde, bizim dilimizde bize eserler vermesi her Türk evladı için çok büyük bir nimet. Bunun altını çizmek gerek. Bugün içinde bulunduğumuz AB mücadelesinde doğru hamleleri yapmak için geçmişten gelen tecrübeyi öğrenerek, özümseyerek bugünü anlayabilecek, buna göre hareket edebilecek Devlet adamları yetiştirebilmek umudunu şahsen taşımıyorum ama İlber Ortaylı hocamız bunun da ipuçlarını veriyor eserinde bolca.


 GÖNÜLLER SULTANI OSMAN HULUSİ EFENDİ
İsmail Palakoğlu

2006 yılında alıp kitaplığımıza misafir ettiğimiz bir eser. Çok uzun sayılacak bir zaman diliminden sonra okumak bu döneme nasipmiş. 1914-1990 yılları arasında yaşamış Osman Hulusi Ateş Efendi’nin hayatını okuyucularla paylaşan bir eser. Hayatı, tasavvuf anlayışı, eserleri, kendisi ile ilgili anıların derlendiği hacimli ve emek verilmiş bir kitap. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında okumakta benim için daha ayrı bir keyif oldu. Osman Hulusi Efendinin yazılı eserlerinden (Divan’ından) derlenen bölümlerde sıkıldığımı söylemem gerek. Nedeni ise eski Osmanlıca Farsça ve Divan edebiyatı kültürünün bizim neslimiz için ağır olan, anlamını bilmediğimiz kelimelerin, rubailerin, mısraların yer alması diyebilirim. Bu bölümler dışında keyifle okuduğumu söyleyemem gerek. Çağının üstünde kitapsever, şahsi kütüphanesinden 6 binden fazla kitabı olan, çok okuyan, yaşadığı dönemde hemen herkesçe sevilen, sayılan, yardımsever bir insan olması açısından kendinizi yakın hissediyorsunuz okurken. Hiç sohbetlerinde olmadım, görmedim, tanımadım… Ama okurken kendimi Malatya Darende’nin sokaklarında, sohbet ettiği mekânlarda ziyadesi ile hissettim diyebilirim.


 ATATÜRK'ÜN İHTİLAL HUKUKU
Taha Akyol

Taha Akyol’un yakın tarih ile ilgili kapsamlı inceleme araştırma eserlerini sürekli takip eden bir okurum. Ele aldığı konuları kılı kırk yaran ve birçok kaynak üzerinden araştırarak kitaplaştıran objektif olduğuna inandığım bir yazar Taha Akyol. Bu eserinde; Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden, imparatorluk küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyetine giden yolda adım adım çıkarılan kanunlarla bir ülkenin kuruluşunu takip ediyorsunuz. Bugün Dünya üzerinde en yaşanabilir, insan haklarını, hukukunu en fazla koruyan, kollayan yönetim biçimi olan Demokrasi ile kıyasladığınızda birçok hukuksuz detaylar gözünüze çarpıyor. Belli dönemlerdeki bu hukuksuzlukları, bir ihtilal ve inkılap hukuku olarak dönemin şartlarını düşündüğünüzde “olması gereken buydu” şeklinde yorumlayabilirsiniz. Ancak tek partili ve milli şef dönemine gelindiğinde de halen devam eden; muhalefete, basına, eleştiriye söz hakkı tanımayan hukukun, artık sorunları çözemediği, ekonomik atılımların sağlık reformlarının yapılamadığı ve bir çıkmaza sürüklediği gerçeği ile de yüzleşiyorsunuz. Milli Mücadelede Atatürk’ün yanında olan silah arkadaşlarının hangi gelişmelerden ve çıkarılan kanunlardan sonra Atatürk ile yollarının ayrıldığını da eserde takip edebilirsiniz. Tarihimizin bir ayıbı olduğunu düşündüğüm İstiklal Mahkemeleri ve bu mahkemelerde alınan birçok yanlış kararları, uygulamaları da okuyacaksınız. Özellikle Meclis tutanakları ile zenginleştirilmiş, dönemin iktidar ve muhalefetinin kavgasına ışık tutan, başarılı bir araştırma eseri. Tarihi fanatizm ve slogan kültürü ile takip etmeyen okurlara tavsiye ederim.


 BÜYÜK İHANET
Mete Yarar

“60 Yıllık İttifakta Son Gün” adlı eserinden sonra “Büyük İhanet” eserini de okuyarak Mete Yarar romanlarına muhtemelen tümüyle ara vereceğimi planlamıştım. Sıcağı sıcağına ara vermeden bir devam niteliği gibi duran bu romanı da bitirmiş oldum. Türkiye’de yakın geçmişte yaşanan olayları bir kahramanlık havası ile romanlaştırmış Mete Yarar. Son Gün adlı eserine göre kurgusu en azından bir nebze daha başarılı diyebilirim. Hemen peşine okuduğum için biraz daha sürükleyici geldi. Ama özünde sonunu bildiğiniz, net olarak tahmin ettiğiniz bir Hollywood aksiyon filmi gibi olmuş. 5 kişiden oluşmuş bir özel kuvvetlerin leblebi gibi terörist unsurları indirdiği bir macera… Kamuoyuna ülkemizdeki dış güçlerin ve aktif terörist unsurların (FETÖ-PKK-PYD vs.) hain planlarını romanlaştırarak anlatmayı hedeflemiş bir eser net olarak. Yine takdir ettiğim özünde Devletin Bekası, çok keyif almadığım o heyecan verici kurgu eksikliği ile harmanlayıp okudum. Okumazsanız çok şey mi kaybedersiniz? Hayır! Ama “Son Gün” eserini okuduysanız veya okuyacaksanız bunu da okuyun derim.


 SON GÜN
Mete Yarar

Güvenlik politikaları uzmanı olan Mete Yarar’ı TV ekranlarında sıklıkla görmeye başladığımız zamanlar TSK’nın Güney Doğu bölgemizdeki “Hendek Operasyonları” dönemiydi sanırım. Asker kökenli bir uzman olarak olayları analiz ederken ki sakin tavrı, üslubu beni etkileyen yönleriydi. 15 Temmuz Darbe girişimi sürecinde Türkiye onu daha fazla tanıma imkânı buldu diyebiliriz. Samimi bulduğum Yarar’ın kitaplarını alıp okuma fikri de böyle gelişti zihnimde. Klasikler ve birkaç yazar dışında Türk romanı okumayı çok fazla tercih etmiyorum. Yarar’ın bu eserinde aman aman bir aksiyon heyecan duyduğumu söyleyemem okurken. Türkiye’nin 60 yıllık müttefiki olan Amerika’nın İncirlik hava üssünü 1 günde boşaltarak Erbil’e taşımasını ve bu kısa süre içerisinde Türkiye’nin konuyu anlama, pozisyon alma ve karşı hamle önlemlerine odaklı bir hikâye okuyorsunuz. Eserin sonunda meclisten verilen ortak bir fotoğraf ile bir anlamda Amerika ile olası bir savaşın başlayabileceği sonucu ile eser bitiyor. Dediğim gibi kurgusu beni heyecanlandırmadı okurken. “Acaba şimdi ne olacak” diyerek soluksuz kalmadım. Eser içinde yer yer AKP ve muhalefete de çok kırmadan dökmeden hafifçe dokundurmalar var. Ama çok hafifçe... Mete Yarar’ın birincil önceliğinin “Devletin Bekası” olması bir anlamda kitabında ülkenin kurumlarını eleştirme dozunu da küçültmüş. Yadırganacak bir durum mu? Tabi ki hayır... Sanırım kitabın devamı olan eseri de okuyacağım. Belki o eserde daha fazla tat alabilirim.


 SAĞIRDERE
Kemal Tahir

Bizim jenerasyonun eski Yeşilçam filmlerinden hatırlayacağı bir köy-kent yaşam savaşını anlatıyor usta yazar Kemal Tahir eserinde. Köyün kendine has o daracık dünyasından Ankara gurbetine gidip para biriktirerek köye dönme, sevdiği kızı alabilme hayalindeki delikanlıların hayat mücadelesini Mustafa üzerinden okuyucuya aktarıyor. Kemal Tahir aynı zamanda dönemin köy ve kent ikilemini, adamcılığı, rüşveti ne yazık ki bugünde değişmeyen Türkiye gerçeğini anlatıyor hepimize. Bugün bile değişmeyen bu toplumsal hastalık belki de Kemal Tahir’i her dönem okunan, aranan, özlenen bir yazar olarak başköşelerde misafir etmemize de sebep oluyor...


 CUMHURİYET'İN İLK YÜZYILI 1923-2023
İlber Ortaylı & İsmail Küçükkaya

Gazeteci İsmail Küçükkaya’nın soruları ile İlber hocadan enfes bir Cumhuriyet özeti sunuyor kitap. Cumhuriyet’in ilanından bugüne hemen hemen tüm önemli dönemleri ve siyasetçileri, döneminin detayları ile değerlendiren; kırmadan dökmeden eleştiren, yerine göre hakkını teslim eden Ortaylı, tam bir tarihçi bakış açısı ile okuyucunun da ufkunu açıyor. Çok büyük keyif alarak okudum. 2023 yılında 100.yılını kutlayacağımız Cumhuriyetimizin muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için aydın gözüyle nelerin yapılması gerektiğini de İlber hocamız özetliyor. En başta; kalem müdüründen müsteşarına, valisinden bakanına kadar ülkeyi yöneten ve yönetmeye aday olan, siyaset ile ilgilenen tüm bireylere zorla okutulması gerekir aslında. Tabi okuduklarını anlayıp tatbik etme zorunluluğu da koyarak…


 GELİBOLU GÜNLÜKLERİ
Jonathan King

Eseri okuyup bitirmemin Çanakkale zaferinin 103.yılına denk gelmesi hüzünlü bir tesadüftü aslında. Bugüne kadar hep kendi tarihimizden, anılardan okuduğumuz Çanakkale zaferini, bu kez Anzak askerlerinin yazdığı günlükler ve mektuplardan, savaş muhabirlerinin notlarından derlenmiş halde okuyorsunuz. 25 Nisan 1915 tarihinde 1.gün ile başlayıp 22 Aralık 1915 günü tüm güçlerin tahliye edilmesi ile son bulan bir işgal girişimini gün gün düşman satırlarından takip etmiş oluyorsunuz. İşgal girişimi sonrası bizim topraklarımızda yaklaşık 10 bin kayıp bırakan Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAK) askerlerinin cephedeki kendi ağızlarından mücadelesi özverisi vs. sizi bu savaşta kaybettiğimiz yaklaşık 100 bin şehidimiz ortada iken Türk olarak tabi ki çok fazla etkilemiyor. Ancak bu bakış açısının dışına çıkabildiğiniz oranda insan odaklı baktığınızda evinden tek bir mektup hasreti çeken bir erin bu mektubu bir türlü alamayarak ülkemiz topraklarında ölmesi, yaralı askerleri eşeği ile taşıyan bir Anzak’ın hikâyesi, hava ve doğal koşulların aynı oranda düşmanı da yiyip bitirmesi, yer yer bazı mektup ve notlarda “Gelibolu’da ne işimiz var” diyerek Britanyalılara isyan eden askerlerin dramına kayıtsız kalamıyorsunuz. Yer yer fotoğraflarla da zenginleştirilen eseri farklı bir bakış açısı olarak okunmaya değer buluyorum.


 BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT
Stefan Zweig

Yine usta işi bir hikâye ile karşımıza çıkıyor üstat. Yaşamında kırılma anı diyebileceğimiz kumar batağındaki bir erkeği kurtarmak için tüm hayatını, bildiği doğruları bir anda yıkacak hale gelen bir kadının hikâyesini okuyorsunuz. Felaketin kıyısından döndüğünün farkında olmayan, o felaketin neden gerçekleşmediğine üzülen bir 24 saat dramı. Zweig “Satranç” adlı eserinde sizi 64 kareye sıkıştırıyor. Okuyanlar bunu bilir. Bu eserinde de kumar masasına sizi mıhlıyor adeta. Kazanma hırsını, batağı ve kaybetme bunalımını o atmosferi bilmeyen, yaşamamış birine bile kahramanları üzerinden hissettiriyor yazar. Özetle Zweig ise koy sepete…


 AH MİNE'L AŞK
İskender Pala

Gaziantep’te bir kitap kafede çay içerken elime alıp 40-50 sayfasını okuyarak hayatıma giren eserdi “Ah Mine’l Aşk” Devamını İstanbul’a döndüğümde satın alarak okuyup bitirdim. Aslında beni ziyadesi ile kendine çeken o Gaziantep’teki satırların devamını bulamadım ilerleyen sayfalarında. Burada kitap okunmayacak bir eser gibi algılanmasın. Ancak İskender Pala ile henüz tanışmamış olanların ilk sıralarda tercih edeceği eserlerden biri değil bence. Şiir sevdiğimi pek söyleyemem. Bu eserde de ziyadesi ile Divan Edebiyatı beyitlerinden yola çıkarak bir konu etrafında deneme kaleme alındığı için keyif almadım diyebilirim. Yazar; aşkın hemen tüm hallerinden size bir gül demeti sunuyor. Ancak ben o kokuyu bir iki bölüm hariç koklayamadım.


 KIRMIZI CUMA
Nedim Şener

Agos gazetesi yazarı ve yöneticisi Hrant Dink’in 2007 yılında öldürülmesinin üzerindeki sis perdesini aralamak için yıllarca uğraşan bir gazeteci Nedim Şener... Dink’in öldürülmesi sonrası hemen hepimizin hafızasına kazınıp silinmeyen en acı görüntü hiç şüphesiz yerde yatan tabanı delik ayakkabısıydı. Aslında o görüntüden çok daha acı detayları yıllardır sahnelendi dava süresince. Üstü örtülmeye çalışılan, basit bir milliyetçilik refleksine indirgenmeye çalışılan cinayetin, delil karartmadan, müfettişlerin raporlarının hiçe sayılmasına kadar onlarca mide bulandıran detayları var. İşte tüm bunları Nedim Şener ısrarla işliyor ve soruyor kitabında. Cevapları hala saklanan, birilerinin ya da bir yapının korunduğu net bir Türkiye ayıbı Dink cinayeti. Eserin bende bıraktığı tek olumsuz yanı kendini çok fazla tekrar etmesi. Hemen hemen cinayet öncesi ve sonrası iddiaların raporların sürekli tekrar tekrar dile getirilmesi okuyucuyu sıkabilir. Dink’in öldürülmesi öncesi onu sürekli tehdit eden kişi ve kurumların referans olarak sürekli dile getirdiği Türklüğe hakaret ettiği iddiasını taşıyan Dink’e ait köşe yazıları da bence kitaba mutlaka eklenmeliydi. Bunu düşünmemesini ya da es geçmesini Nedim Şener’e yakıştıramadım. Zira tarihe not düşülen böylesine kapsamlı bir araştırma kitabında bu yazılar mutlaka olmalıydı. İleriki basımlara belki konulabilir, bilemiyorum. Kapsamlı bir faili meçhul araştırma eseri bu kitap. Her ne kadar katili Ogün Samast, azmettiricisi Yasin Hayal olsa da, arka planındaki asıl başrol katillerinin saklandığı bir cinayet Hrant Dink suikastı...


 ALIŞKANLIKLARIN GÜCÜ
Charles Duhigg

Çok uzun zamandan bu yana “Kişisel Gelişim” türü kitapları hayatıma sokmadım. Zira kişisel gelişim kitapları ile insanların geliştiğini düşünmüyorum. Çünkü hayat içerisinde yaşadığı zorluklarla, edindikleri tecrübelerle başarıyı yakalamış bireylerin örneklendiği çoğu kişisel gelişim kitabının atladığı bir detay var. Siz başkasının çektiği çileleri, zorlukları okuyarak ve ona göre hayata koşullanarak aynı sonucu yakalayamazsınız. Ruh yapınız, azim gücünüz, sinir sisteminiz tamamen farklı bir bireysinizdir çünkü. Bu nedenle uzun bir süredir uzak durduğum bir türdür Kişisel Gelişim tarzındaki eserler... “Alışkanlıkların Gücü” eserini tavsiye üzerine okumaya karar verdim. Kitap beni yukarıda yazdığım nedenlerden ötürü sıkan bir eser olmadı. Zira yazar, eseri boyunca size bazı şeyleri dikte etmiyor. Beynimizde standartlaşan ve çoğunun belki de farkında olmadığımız alışkanlıklarımızın neler olabileceğini, bu alışkanlıkların hayatımıza olumlu yönde etkileri olacağı gibi olumsuz yönde de etkileri olabileceğinin farkına varmamızı amaçlıyor. Hayatımıza olumsuz etkileri olan ve yüzleşebildiğimiz alışkanlıklarımızı basit döngülerle değiştirmek için yaşanmış örneklerden ipuçları sunuyor. Asla “şöyle yapın” demiyor. Bu açıdan keyifle okudum. Alışkanlıkların sadece bireylere özgü bir durum olmadığı, şirketlerin de yönetimsel alışkanlıklar nedeniyle başarılı veya başarısız olabileceği örneklerde mevcut kitapta. Özellikle 1950’li yıllarda Amerika’daki siyah-beyaz ırk ayrımcılığının doğurduğu insan hak ve hürriyetleri kavgasına ait bölümü daha büyük keyifle okudum. Eser, beyin ile ilgili sizi sıkmayan nörolojik deneysel detayları da içeren bir alt yapıya sahip. Savı güçlendirmek için bu tür bilimsel araştırmalara ve sonuçlara da sıkça başvurmuş Charles Duhigg. Okumanızı tavsiye ederim.