Site Haritası

2019 Yılı Okudukları (28)


 HAYVAN ÇİFTLİĞİ
George Orwell

Yılı böylesine enfes bir klasik ile bitirmek çok hoştu benim için. Hayvan Çiftliği önsözde de belirtildiği gibi bir peri masalı diye nitelendiriliyor. Çiftliği ele geçirerek tüm yönetimi devralan hayvanların komik gibi görünen ama tüm devirlerdeki insan yönetimlerinin yüzüne şamar vurulan bir taşlama aslında. Her ne kadar yazıldığı dönemde SSCB ve komünist düzen eleştirisi ve çiftliği yöneten domuzunda Stalin olduğu söylense de bu yorum Orwell’a kesinlikle haksızlık olur. Zira eseri okuduğunuzda çiftlik yönetiminin adaletinin zaman geçtikçe nasıl parçalandığını, çalışan hayvanların nasıl kandırıldığını, siyasetle yalanla bin bir hile ve düzenbazlıkla diktatörlüğe giden ve eskisinden çok daha kötü bir düzene erişildiğini okuyunca kesinlikle bunun basit bir masal olmadığını anlayacaksınız. Eserdeki hayvan karakterlerini hemen günümüz hayatına; çevremizdeki insanlarla, siyasetçilerle, yöneticilerimizle kıyasladığınızda yorumumu daha iyi anlayacaksınız. Şu an yaşadığımız ortamın George Orwell’ın bu eserinin neredeyse kopyası olduğunu fark edince güler misiniz ağlar mısınız bilemem. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Benim gibi geç kalmayın bu eseri okumak için.


 BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ
Stefan Zweig

Zweig bu eserinde belki sizi bu kez yerinize mıhlamıyor ama yine de o hayran olduğumuz üslubunu hissediyorsunuz. Saraydan, bir anlamda güç ve kudretten kovulan Madame de Prie karakteri üzerinden insanın boşluğa düşünce hayatının nasıl bir zindana döndüğünü anlatıyor yazar. Bildiğiniz gibi Zveig eşi ile birlikte 2.Dünya savaşı yıllarında intihar etmiş bir yazar. Eserlerinin genelinde bir çıkmaz sokak ve sonucunda dramatik bir son hâkim. Bu eserde farklı değil. Hayatı boyunca elindeki güç ile insanları kandıran kibirlenen bir kadının güç elinden çıktığında serveti ile aynı gücü kullanacağını düşünerek bu uğurda sonuca ulaşmayacak bir mücadelesini okuyacaksınız. İntihar ederek kendisinin sürekli hatırlanacağını düşünen kadın aslında göçüp gittikten sonra 5 dakikalık bile bir yer kaplamıyor devam eden hayatta. Yazar “insanlık tarihi davetsiz misafirleri sevmezdi; kahramanlarını kendi seçer, ne kadar usandırıcı bir çabaya girerlerse girsinler hakkı olmayanları acımasızca geri çevirirdi…” ifadesi ile bitiriyor kitabı. Yani günümüze uyarladığımızda kendimizi beğendirme uğraşımız, yaptıklarımızın konuşulması uğruna harcadığımız enerji boşuna. Yaptığımızı “görsünler, bilsinler” diye değil hayatın, insanların faydası için yaptığınız da aslında ölmüyorsunuz. Zweig’ler ölmüyor ama Madame de Prie’ler ölüyor…


 YENİ HELOISE
Jean Jacques Rousseau

Rousseau okumak açıkçası bir parça zorluk içeriyor. Kabul ediyorum. 2001 yılında kitaplığıma kattığım bu eseri bugüne kadar okumamamın sebebi de sanırım bu zorluğun bilincinde olmaktı. Bir Dünya klasiği tadını alıyorsunuz. Her ne kadar konu mektuplaşmalar ile okuyucuya aktarılsa da yine de bir klasik tadı var. Ama bir parça... Çok fazla değil. Rousseau bir düşünce adamı şüphesiz… Mektuplar ile aslında dönemin aristokrat yaşamındaki yozlaşmaya eleştiriler ve çözüm yolları sunuyor eser boyunca. Yer yer çok sıkılıyor yer yer hoşunuza giden bir yol buluyorsunuz romanda. Vuslata ermeyen bir aşk hikayesi olarak özetleyebiliriz kitabın ana konusunu. Özellikle Julie’nın son sayfalardaki hastalığı ve ölümü klasik bir Dünya edebiyatı tadını en fazla alacağınız sayfalar diyebilirim. 18.yy’daki aşkın dili ile bugünü kıyaslamakta insanı biraz tebessüm ettiriyor. Rousseau severler mutlaka keyif alacaklardır diyebilirim ancak. Bunun dışında muhakkak okuyun diyemem. Zaman zaman sıkıcı zaman zaman melankolik bir tura çıkmak istiyorsanız eser sizi bekliyor. Unutmadan söylemek gerek. Benim okuduğum kitap 855 sayfa ve Öteki yayınlarından çıkmış bir eser. Hacmini de düşünerek karar verin derim.


 DÜNYAYI DEĞİŞTİREN DEVRİMLER VE İHTİLALLER
Mahmut Garan

Kitap ile ilgili fazlaca yazılacak bir detay yok. Yorumlanması gereken eserin editörü olan Mahmut Garan’ın işine değer vermemesidir bana göre. Karınca kararınca iyi bir kitap severim diyebilirim. Hayatımda bir eserin kesinlikle ve kesinlikle bir editör elinden geçmediğini düşündüğüm 5-10 kitaptan biridir bu eser. Dünya üzerindeki en önemli 4 (Fransa-Amerika-Çin-Rusya) devrim anlaşılmayacak şekilde en kötü nasıl anlatılabilir merak ediyorsanız eseri alıp okumanızı tavsiye edebilirim. Sanki yabancı dilde başka bir eserden yazılar Google Translate programına kopyalanmış ve çıkan Türkçe metin hiçbir el değmeden basılmış gibi. Saçma sapan bir kitap çıkmış ortaya. Bir nebze Amerikan devrimi az birazda Rusya devriminde bir miktar kırıntı alabiliyorsunuz dağarcığınıza. Bunun dışında bildiğiniz zaman kaybı. Kapakta editör Mahmut Garan yazıyor. Ama kesinlikle bir editör elinden geçtiğine inanmıyorum kitabın. Editör elinden geçmiş diyecek varsa o zaman sayın Garan editör falan değil. Yahu kitabın ismi Devrimler ve İhtilaller daha ilk sayfayı çevirdiğinizde Devrimler ve İhtimaller oluyor ve kitabın sonuna kadar İhtilal İhtimale dönüşüyor. Kelime basım hatası ile ilgili bir yarışma olsa birincilik adayımdır bu kitap. Bu kadar hatalı basımın, dilbilgisinin katledildiği cümlelerin olduğu bir eserin editörü var demek gerçek editörlere hakaret benim için. Dikkat ederseniz eserden bahsetmiyorum. Bahsedilecek hiçbir artısı yok. Harcayacağınız vakit ve anlamaya çalıştığınız zaman ile en az 5 kitap bitirirsiniz. Gidip onları okuyun, yanaşmayın bu esere. En azından bu yayınevinin ve bu editörün imzasını taşıyan baskısı için. Hafızama kazıdım Garan’ı. Kitap karantinasına girdi benim gözlerim için.


 GÜNEŞİN AĞLADIĞI GÜN
Fikret Güneş

1978 yılında yaşanan Maraş katliamı ülkenin en acı olaylarından biri şüphesiz. 1980 darbesine adım adım giden ülkenin kara bir lekesi. Alevi vatandaşlarımıza yönelik kanlı saldırılarda yüzlerce insanımız katledildi yaralandı. Evleri, dükkanları yağmalandı. Bu acı olay ile ilgili bir kitap olmasına rağmen samimi bulmadım eseri. Yazar Maraş katliamına giden olayların öncesine hiçbir şekilde değinmemiş. “Katliamı yaşayanlar anlatıyor” başlığını kullanmış ama eserde olaylar romanlaştırılmış bir dil ile aktarılıyor okuyucuya. Bu acı olayı hafızalara daha net kazımak için çok fazla ekleme ve kurgu yapmış gibi geldi bana. Anlatan kişilerin kimliği yok, ön açıklaması yok. Kitap alınsın diye sanırım bu pazarlama metodu kullanılmış. Ki bende bunu görerek aldım eseri. Toplumu kutuplaştıran bir siyaset ve bugün hala kimlerin tertiplediği belli olmayan o günkü katliamın sorumluluğunu bir çırpıda Sünni vatandaşlarımıza, İslamiyet’e ve sağcı siyasete atıveriyor. Ellerinde kara kitapla hocalar katliam emri veriyor. Kur’an kara kitap oluyor yazarın satırlarında. Öyle sinir bozucu konuşma kurguları var ki anlatamam. Sünni hocalar kara şeytan ama pir dedeler sesleri yumuşak insan sevgisi ile dolu birer melek olmuş satır aralarında. “Bizi de camiye gönderseydiniz kurtulurduk” diyen çocuklara, gençlere; “Gönderseydik sizde katil olurdunuz” diyen ebeveyn konuşmaları… Eser kesinlikle alevi kardeşlerimiz Sünni kardeşlerimizden nefret etsin diye yazılmış sanki. Tüm solcular ve Kürt milliyetçileri kültürlü, karınca incitmeyen, yardımsever bir nevi örnek insan ama sağcılar, milliyetçiler, Sünni vatandaşlar yobaz ve katil yazarın satırlarında. Hepimizin ortak acısını kendi ideolojisine alet eden insanlardan utanıyorum. Fikret Güneş’i hiç samimi ve insancıl bulmadım.


 PARALEL YÜRÜDÜK BİZ BU YOLLARDA
Ahmet Şık

Manevi mide bulantısı nedir bilir misiniz? Hiç hissettiniz mi bunu? İşte bu kitabı okurken bunu hissettim ben. İki ayrı gücün devlete egemen olmak adına giriştikleri savaşta insan onuru adına ne varsa çöpe attığını, sadece kendi hukuksuzluklarını örtbas etmek adına yeni hukuksuzlukları nasıl gözümüzün içine baka baka uyguladıklarına yakın zamanda şahit olduk. AKP ve Cemaat arasında geçen bu kirli savaşı anlatma cesaretini gösteren ender gazetecilerden yazarlardan biri Ahmet Şık. Zaten iki güce de biat etmediği için hapishanede en çok hukuksuzluğa maruz kalan, iki tarafında ortak nefreti olan Ahmet Şık. Biliyorum ki bugün hırsızlık ve yolsuzluklara “montaj, komplo, yalan” diyenler okumayacaktır. Okusa da doğuyu analiz edip anlamayacaktır. Yine biliyorum ki binlerce kişiyi kurdukları kumpaslarla, çaldıkları sorularla mağdur eden F. Gülen cemaatine “hizmet, barış elçileri” diyenler de okumayacaktır. 610 sayfalık kitabı sinir harbi ile okudum. Zira yakın zamanda yaşananların vatandaş olarak biz bir kısmını görebildik. Çünkü ihale muslukları ile satın alınan medyanın sus pus olduğu, internet erişiminin yasaklandığı dönemlerde ortaya saçılan bu iğrenç talan ve yolsuzluk zincirinin birçoğunu göremedik. Göstermediler! Detayına girmemin bir anlamı yok. Kimsenin hakkını yemeden, çalmadan, onuru ile yaşayan insanların okuması gerekir. Karınca kararınca bulunduğu konuma göre haksızlık yapan insanlar zaten okusa da bir şey kazanmayacaktır. Yakın geçmişte güç zehirlenmesi ile insanoğlunun nasıl yoldan çıktığını gösteren bir belgesel gibi kitap. Kitabın sonunda belirtildiği gibi “Uzun sözün kısası, AKP suçladığı Cemaat kadar çete, Cemaat suçladığı AKP kadar hırsızdır” Bir vatandaş olarak eseri okuduktan sonra benim de kanaatim bu yöndedir.


 ÖLÜLER DİYARI
Jean Christophe Grange

Hayranı olduğum yazarın bu eserini de pas geçmedim. Grange bu kez okuyucularını insanoğlunun sapıklık boyutundaki cinsel tercihleri üzerinden bir cinayetler zincirine götürüyor. Karanlık ve kötü bir geçmişe sahip komiser rolünde bu kez karşımıza Corso çıkıyor. Yazar bu eserinde cinayet dozunu azaltarak farklı bir kurgu tasarlamış gibi. Zira katili belirlemek için cadde ve sokaklarda değil, daha çok mahkeme salonunda bir mücadele hâkim. Diğer eserlerindeki gibi dozu sürekli artan seri cinayetler bu eserinde yok. Toplam 3 cinayet var. Bunlardan birisi de çok kısa ve sebebi çok da sorgulanmayan dozda. Grange katilin kim olduğunu yine saklamayı başarıyor. Tüm kitaplarını okumuş biri olarak “katil şudur” dediğim karakter çıkmadı. Bu bence yazarın kurgu başarısı. Ana karakter Corso’nun, eşi ile olan garip ilişkisi eserin başında ayrı bir konu ve merak uyandırıyor. Ancak yazar sanırım bu konuya kafa yormayı bırakmış olacak ki çok aksiyon olmadan bu konu eserin ortalarında bitiyor. Grange okumanın dezavantajları da bu. Zira sizi polisiye gerilim dozuna o kadar alıştırıyor ki tatmin noktanız sürekli artıyor. Böyle olunca bu gibi detayları da görüyor oluyorsunuz. Bu tarz eserler etkileyicidir. Ancak hiçbir zaman klasik bir eser değildir. Geriye dönüp baktığımda okuduğum Grange eserlerinden hemen hemen hiçbirinin ana karakterini, hatta bazılarının konusunu bir hatırlamıyorum. Tabi ki yaşımızın ilerlemesi de buna etken ama bu eserler böyle. Heyecanla okunur, arşivdeki yerini alır. Grange severler tatmin olacaktır diye düşünüyorum. 


 İSTANBUL'A BİR KENT KONDU ÜMRANİYE
Sema Erder

Çok uzun zamandan beri alıp okumak istediğim bir kitaptı. Açıkçası Ümraniye’de uzun yıllar oturmuş olmam dolayısı ile dikkatimi çeken bir eserdi benim için. Okumam gerek dediğim zamandan çok uzun süre geçtikten sonra kitaplığıma katarak okudum. Ama gerçekten benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Kitapta daha çok Ümraniye özelinde İstanbul’daki çarpık yapılaşmanın, talan kültürünün anlatılacağını bekliyordum. Eserin kapak resmi de beni etkilemişti. Bir gecekondu mahallesinde yıkım ekipleri ile onlara direnen vatandaşın resmi. Ancak eser tamamen akademik bir tez araştırma konusu olarak Ümraniye’ye yerleşen belirli sayıda insanlarla yapılan görüşmeler sonucunda bir nüfus analizi konusundan öteye gitmiyor. Gelenlerin hemşehrilik ilişkileri, gelince ne iş yapmışlar, babaları ne iş yapıyordu, eğitimleri neydi vs. Bir dünya tablo ile desteklenen bir araştırma. Ümraniye’de oturmuş biri olarak beni bile sıkan bu eseri kim neden okusun çok anlamış değilim. Araştırmanın değerini kesinlikle küçümsemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama gereksiz okuduğum kitaplar arasında arşivde yerini almış oldu.


 TUNCAY TERZİHANESİ
Sunay Akın

Sunay Akın ile ilk tanıştığım eserlerindeki tadı alamıyorum artık. Zaman zaman ideolojisinin ağır bastığı, diğer tarafı görmezden gelen yapısı nedeniyle de “artık okumayacağım” dediğim dönemler oluyor. Ama sonra bir şekilde geçmişte aldığım o tadın hürmetine yine eserini okurken buluyorum kendimi. Bir Trabzonspor’lu olarak 2010-2011 sezonunda şike ile çalınan şampiyonluğumuz için muhtemelen çalan camianın taraftar sayısı ve ona sırt dönecek okuyucu kitlesi (ticari kaygı yani) nedeniyle sus pus olmasını da içime sindiremedim. Hatta kendisinin aydın kimliğini sorgular oldum. Çünkü gücün ve paranın yanında oldu diye düşünüyorum. Eserlerinde gücün değil emeğin yanında olan nicelerini bize anlatan birinin bu ayıbını da kalbimizin mahkemesine not ettik. Samimiyet sınavını geçemedi Akın... Bunu da buraya not edelim. Karma bir deneme eseri bu. En keyif aldığım yazılar, içinde atların geçtiği satırlar oldu. Sizi duygusal bir yağmur altında yürütmeyecek kitap. Beni yürütmedi. Ama tabi ki okunabilir.


 BABA BANA BAĞIRMA
Akgün Akova

“Çayınızı bitirmeden ve şiirler durmadan kitaptan inmeyiniz!...” İşte bu cümle ile bitiyor kitap. Tam bir şair üslubu ile. Akgün Akova ile deneme eserleri ile tanıştım yıllar önce. Şiir okumayı çok seven biri değilim. Bilenler bilir. Kitaplığımda şiir kitabı bir elin parmaklarını geçmez. Benim ayıbım, kabul. Ama sevemiyorum okumayı. Olmuyor... Akova’nın düzyazı eserlerini okuduğumda o kadar büyük keyif aldım ki zamanında, bu şiir kitabına da kayıtsız kalamadım. Bir elin parmaklarını geçmeyen şiir arşivimde Akova’nın olması gerekiyordu. “Baba Bana Bağırma” bir şairin sessiz feryadı gibi. Çığlığı etrafı kırıp dökmeden  atıyor. Şiir sevenler mutlaka çok beğenecektir.


 ALTINCI KOĞUŞ
Anton Çehov

Çehov’un eserini okuyan Lenin’in “Kendimi Altıncı Koğuş’a kapatılmış gibi hissettim” dediği rivayet edilmiş yayınlandığı dönem. Belki kitabın değerini biraz daha arttırmak ilgi çekmek için yapılmış bir rivayetde olabilir bu. Bilemiyorum... Gerçi ünlü yazarın buna ihtiyacı yok şüphesiz. Akıl hastanesinde doktor olan Andrey Yefimiç’in sorunlara felsefik bir tarzla yaklaşıp suya sabuna dokunmadan, görmezden gelen, söylemek istediğini söyleyemeyen bir ruhsal yaşam kesitini okuyacaksınız. Söylenmesi gerekeni söylediğinde ise çevresi tarafından tedaviye ihtiyacı olan bir akıl hastası muamelesine maruz kalan Yefimiç’in kısa bir yaşam kesiti. Çehov okuyucuyu “deli yaftası” yemeyi göze almak mı, yoksa görmezden gelmeye devam edip akıllı yaşamak mı sorularına itiyor. Bu soruları sorarken hangisinin delilik hangisinin gerçek akıl olduğuna siz karar verin istiyor. Bir nevi sağlam bir ironi ile muhtemelen dönemin Rusya’sına ciddi bir eleştiri getiriyor. Çehov güçlü bir kalem. Klasik Rus edebiyatının o derin büyüsünü net hissediyorsunuz.


 BİR İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ
Victor Hugo

Kitabı okunabilecek en kötü ruh haliyle okudum. Kızımdan ve eşimden en uzun süreli ayrıldığım, Amerika’ya yorucu bir aktarmalı uçuş arasında konuk ettim gözlerime. Aileme duyduğum özlem, kıta değiştiren, uzun bir yolculuk, kafamda onlarca vesvese, hüzün, moral bozukluğu... Bitmeyen bir ruhsal işkence diyarındayım sanki. Yorumu da aynı ruh halinde, uçakta oturmaktan kalçamın ağrıdığı, daha varmak için 3 saat daha devam edecek yolculuğumda yazıyorum şuan. Kitabın ne anlattığını uzun uzadıya anlatacak değilim. Zaten ismi ne olduğunu anlatıyor. Victor Hugo idam cezasına karşı olan bir aydın olarak öyle bir eser bırakmış ki moraliniz bozuluyor. Hele benim gibi yukarıda anlattığıma benzer bir ruh halinde okursanız haliniz perişan diyebilirim. O zindanda 6 hafta sonra giyotine gidecek olan benmişim gibi hissettim. Güneşe, özgürlüğe hasret kaldım. İdam mahkumunun 3 yaşındaki kızını doya doya sevemeyecek, kızının onu hiç hatırlamayacak olmasının acısını çektim. Belki okurken 1-2 saatlik zaman geçiverdi. Ama uzun ve yalnız yapılan uçak yolculuğunda geçen bir iki saatlik zaman diliminde bildiğiniz zindandaydım ve idamımı bekliyordum. Mutlaka okuyun ama lütfen okurken en sevdikleriniz yanınızda olsun. Kitap bitince gidip hemen onlara sarılın. Ben sarılacak sevdiklerimden uzak olmanın hüznünü yaşıyorum şuan...


 BİR ÖMÜR NASIL YAŞANIR
İlber Ortaylı

Kendisi ile yapılan her söyleşiyi keyifle okuyorum. Bu eserde de aynı keyfi yaşadım. Açıkcası İlber hocanın gençlere yönelik önerilerini 41 yaşımda değil gençken okumayı çok isterdim. Tabi bu söyleşinin 2019 yılında yapılması bizim yaşlar için biraz hüzünlü olsa da günümüz gençlerinin istifade edebilecekleri çok doğru tespit ve önerileri kaçırmamalarını dilerim. Biz yaştakiler de çocuklarımızın yetişmesinde bir çınarın tecrübelerinden istifade etmek gibi bir şansa sahibiz. Bu nedenle kitap gençlere yönelik bir isim taşısa da hemen her yaştan insanın okuması gerekenler listesinde yer almalı. İlber hoca; nasıl gezilir, ne okunur, nasıl çalışılır gibi ömrümüzü kaliteli yaşamak adına yol haritası verirken kah İtalya’da bir müzede tarihi eserlere göz atıyor, kah mimarisi bozulmuş İstanbul sokaklarında geçmişin izini arayor, kah İran’da fakir bir insandan şiir dinliyor, kah Viyana’da bir restoranda kahve içiyorsunuz. Ayrıca hocanın kendine has topu direkt doksana yerleştiren eleştiri ve iğnelerinin altını çizmekten yoruluyorsunuz kitap boyunca. Alın okuyun, çocuklarınıza da okutun...


 HEPSİ DİYARBAKIR
Mehmet Atlı

Uzun yıllardır merak ettiğim, gitmek istediğim bir şehirdi Diyarbakır. 2019 yılı içinde Kurtalan Expres ile keyifli bir tren yolculuğu sonucunda tanışma fırsatı bulduğum şehir. Asıl mesleği mimarlık olan Mehmet Atlı’nın kitabına da şehrin mutlaka görülmesi gereken Hasanpaşa Hanı içinde kitapçıya dönüştürülen mekanında rastladım. Biraz hatıra, birazda 1 günlük bir gezi ile Diyarbakır’ın anlaşılamayacağı düşüncesi ile alıverdim hemen. Yazar farklı bir dil kullanarak hazırlamış kitabını. Zannetmeyin ki size turist rehberliğine soyunan bir eser bu. Değil... Orada doğup büyüyen, okuyan bir insanın geçmişi ile günümüz Diyarbakır’ını mimari bir gözle eşelemesi gibi birşey. Başka bir tanımlama getiremedim kitaba inanın. Bazı bölümlerinden çok keyif aldığım (özellikle demiryolu zaman mekanında kaos ve düzen) bazı bölümlerinde farklı bir anlatım  tarzı adına yazarın fazlaca kastığını düşündüğüm bir okuma oldu benim için. Mehmet Atlı, anlatmak belki de haykırmak istediği şeyleri tam ağzından çıkacakken yutkunmuş “aman boşver gitsin” der gibi kitabında. Belki hissettiğim bu tavır eser adına; “ne desem bilemedim”  girdabına atıverdi beni. “Okumak güzeldir” deyip noktalayalım...


 SAKLI SEÇİLMİŞLER
Soner Yalçın

“Büyük tehlikenin farkında olunuz...” cümlesi ile bitiyor 475 sayfalık eser. Aslında bir çoğumuzun eşimiz dostumuzla sohbet ederken şikayet ettiği; “nerede o eski yediklerimizdeki tatlar” şikayetinin kapsamlı dile gelmiş hali bu kitap. Açık konuşmak gerekirse sinir bozucu bir eser denebilir. Soner Yalçın’ın anlattıkları yenilir yutulur şeyler değil. Dünya üzerindeki gıda ve ilaç terörünün detayları diye özetlersem, kitap ne anlatıyor sorusunun cevabına yeterli olur kısaca. ABD merkezli küresel dev şirketlerin hepimizi hasta edip hayatlarımızı yok etmeye odaklı bir ticaret düzeninin sayfalarını okumaktan gerçekten bunalacaksınız. “Ulan ne yeyip ne içeceğiz o zaman?” sorusuna cevap bulamayacaksınız hatta. Çünkü kimyasalların, geni değiştirilmiş tohumların, yemlerin girmediği hiçbir yer kalmamış Yalçın’ın eserinde. Soner Yalçın’ın eserlerinde sevmediğim bir doku var. O da şu: Hiçbir çözüm önerisi yok kitaplarında. Anlattığı konuyu öyle bir biçimde kaleme alıyor ki, zaten iş bitmiş sonra iş işten geçtikten sonra kitap yazmış gibi bir durum oluşuyor. Bunu sevmiyorum. Tarıma dönelim diyor. Ama öncesinde “bozulmamış toprağımız kalmamış” diye sayfalarca detay veriyor. Nasıl döneceksin? Çare? Yok! Dünyanın nüfusunu azaltma derdinde olan bu küresel şirketler nüfus azalınca malını kime satacak o halde? Cevap yok! Bu kadar insanı doğal yolla beslemek için hangi tarım modeli bu insanlığa yeter? Cevap yok! Kitap kesinlikle okunmalı. Ama Soner Yalçın’ın kaçak güreşi de anlaşılmalı derim. Soner Yalçın’a şunu da sormak isterdim. Eser boyunca insanoğlunun evriminden bahsediyor. Anlaşılıyor ki yaratıcı inancı yok. Yani insanın organlarının bağışıklık sisteminin evrim ile geliştiğini düşünüyor ve savunuyor. Kitabında da bunu satır aralarında açıkça belirtiyor. Sorum şu: Madem insanoğlu uzun yıllar süren bir evrim süreci ile gıdalara karşı bir programa erişti, neden küresel devlerin kimyasalı bol, geni değiştirilmiş gıdalarına da aynı şekilde gardını almasın? Madem evrimle olmuş zamanında, şimdi ne kafaya takıyoruz. Zamanla bunlara da vücudumuz savunma evrimi geliştirir mutlu mesut yaşarız. Zor soru değil mi? Bu ülkenin tohumunu, tarımını bitiren, küresel devler ne istiyor ise bunlara yönelik kanunlar çıkaran, ülkeyi samanı bile ithal etmeye mecbur kılan siyasal düzeni apaçık anlatmasını yürekten kutluyorum. Ama insanlara umut aşılayan tek bir satırın olmamasını da ilginç buluyor ve eleştiriyorum. Birde Yalçın ne yiyor çok merak ediyorum. Çünkü yiyecek doğru düzgün hiçbir ürün yok şuan kitabını okuyunca. “Şunu yiyorum” dese kendi kitabı ile onu çürütür yediğine pişman ederim. O da mı saklı seçilmiş acaba?


 İNCİ
John Steinbeck

Yazarın en klasik ve ünlü eserlerinden biridir İnci... Dünya klasiklerini sevenlerin mutlaka okuması gereken yapıtların başında gelir. Hacmi kısa olan eseri muhtemelen bir gün içinde okuyup bitireceğinize eminim. Zira dünyanın en büyük incisini bulan Kino’nun yoksulluk içinde geçen hayatına bir ümit olmasını beklediği gelişmelerin hayatını daha büyük bir kabusa çevirişinin dramını eseri bırakmadan okuyup bitireceksinizdir. Bilemiyorum; yazar “elinizdekilerin kıymetini bilin, size verilen ile kanaat getirin” mi demek istiyor, yoksa bu ayarı bozuk dünyanın içindeki insan adaletsizliğini haykırıp “kendinize gelin” mi demek istiyor tam karar veremedim. Okurken o inciyi değeri ile satarak eşi ve çocuğu ile mutlu bir yaşam sürmesini nasıl çaresizce isteyeceksiniz anlatamam. Mutlu sonla bitmeyecek bu serüveni hissetmenize rağmen bunu arzulayacaksınız. Ama sonunda hüzünle eserin son sayfasını kapatıp dünyanın ve insanoğlunun bugünde değişmediği gerçeği ile başka bir kitabı okumaya yelken açacaksınız...


 TATLI PERŞEMBE
John Steinbeck

Amerikalı usta yazar Steinbeck okuyucularının karşısına sürükleyiciliği görece daha düşük bir hikaye ile çıkıyor. Deniz hayvanlarının yaşamının gizemini arayan biyolog Dock ile kasabaya gelen ve kısa bir sürede olsa geçinmek için genelevde çalışmak zorunda kalan hayata tutunma telaşında olan Suzy arasındaki ilginç bir ilişki tufanını konu alıyor. Kasabada yaşayanların ilişkilerini hoş bir dilde anlatıyor bize yazar. Ancak belirttiğim gibi eserin sonunda çok etkilenmiş bir ruh halinde olacağınızı sanmıyorum. Okunur okunmasına ama yazarın dünya klasiği olan; Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, İnci gibi okunması elzem eserleri okumadıysanız lütfen önce bu belirttiğim eserleri okuyun. Sonrasında tabi ki Tatlı Perşembe’yi de Steinbeck söz konusu olduğundan okumanızda hiçbir sakınca yok.


 SULTANI ÖLDÜRMEK
Ahmet Ümit

Ülkemizin polisiye roman dalında ünlü bir yazarı Ahmet Ümit... Benim kendisi ile tanıştığım ilk eseri oldu Sultanı Öldürmek... Evet, Ahmet Ümit hayranlarının serzenişlerini anlayabiliyorum. Ortalamanın üzerinde kitap okuyan birinin, yazarı bunca sene görmezden gelmesi garip gelmiş olabilir hayranlarına. Haklılar elbet. Ancak benimde kendime göre savunmam var. “Okunacak o kadar çok kitap var ki” ile başlayan bir zamansızlık mazereti sunabilirim. Bunun dışında polisiye gerilim dalında sıkı bir J.C. Grange ve G.Meade hayranı olduğum gerçeği de var. Bu yazarların eserlerinden bu dalda aldığım tatmin duygusu o kadar yüksek ki hayal kırıklığına uğrarım korkusu ile elim hiç gitmedi Ahmet Ümit’e bugüne kadar. Evet, yazarı tanımak için geç kalmışım. Eseri bitirdikten sonra ilk düşüncem bu oldu. Başarılı bir eser. Ümit’in yazı dilini de özgün buldum. Muhtemelen başka eserlerini de okuyarak yazarı ve hayal dünyasını eşelemeye devam edeceğim. Sultanı Öldürmek eserinin polisiye kısmını çok başarılı bulmadım. Bunu belirteyim. Ortadaki cinayeti çözmek için iğne ile kuyu kazar bir araştırma ve heyecan dozu yok kitapta. Eseri kendini zanlı olarak gören, buna itiraz eden, kendisi ve geçmişi ile sürekli bir hesaplaşma halindeki ana karakter Müştak’ın dilinden okuduğunuz için polisiye bir kurgu dozu olmuyor haliyle. Eserde Fatih Sultan Mehmet dönemi ve İstanbul’un fethi konusu da ciddi bir yer kaplıyor. Kardeş ve baba katilliği, özellikle kardeş katlini yasalaştıran Sultan 2. Mehmet’in sıra dışı hayatı, cinayete kurban giden tarihçilerin kahraman olduğu bir kitapta iç içe bir hikâye ile size sunuluyor. Heyecanla, sonraki bölümde ne olacağını merak ederek okumadım. Bunu net olarak tekrar belirteyim. Nefes kesen bir kurgu kovalamaca yok. Ama özgün farklı bir tat var eserde. Benim de hoşuma giden ve yazarı okunurlar listeme almamı sağlayanda bu oldu açıkçası.


 TRABZON FUTBOLUNUN KÖKLERİ
Ali Özbak

Türk futbolunda Trabzon şehrinin anlamlı bir yeri var. Bir Trabzonsporlu ve Trabzon’lu olarak bunun detaylarını yazmayacağım. Zira bu metin, okunan kitap ile ilgili yorumu içerecek kısaca. Trabzonsporlu olmayanların çok fazla merak edip okuyacaklarını tabi ki düşünmüyorum. Ancak futbol tarihine meraklı olanlar, Trabzonspor’un kuruluş yıllarındaki detayları, isimleri vs. merak ediyorlarsa; belirli oranda kaynak olarak yararlanabilirler. Ben bir Trabzonsporlu olarak aradığımı buldum mu diye merak ediyorsanız, pek bulduğumu söyleyemem. Eserin yaklaşık 150 sayfalık “Kökler” bölümü çok mekanik, duygudan uzak derlenmiş. Açıkçası tarihler, isimler, detaylar tuttuğum takım bile olsa beni çok sıktı. Yaklaşık 50 sayfalık 2.bölüm olan “Anılar” kısmı daha beni kendine çekti diyebilirim. Çünkü bu bölümde benimde yakinen hatırladığım yıllardaki gelişmelerle ilgili yazıları, düşünceleri okumak hoşuma gitti. Ali Özbak’ı 2016 yılında kaybettik. Trabzonspor’da birçok görev üstlenmiş olan Özbak keşke kitabını basım öncesi bir editörün eline teslim etseymiş. Çok fazla dilbilgisi ve imla hataları var. Buna bir de yayınevi olmadan bir ofset matbaada basılması eklenince emeğin bir kısmı yolda giderken dökülüvermiş sanki. Bilemiyorum, belki imkânı yoktu Özbak’ın. Ancak TS kulübünün bu esere en azından bu açıdan destek olması gerekirdi. Dönemin yönetimi bunu bile yapmamış diye yorumluyorum. Özbak kendi imkânları ile bize bir hatıra bırakmış. Tekrar elden geçerek basılır mı bilemem. Kitaplığımda bulunması değerli benim için.


 HİÇ İÇİN METİNLER VE UZUN ÖYKÜLER
Samuel Beckett

Şu kısa ömürde okunacak on binlerce kitap dururken yanlış bir seçim ve zaman kaybı oldu benim için. 4 uzun öykü ve 13 metinden oluşan eseri okurken ruh yapım zaten çok keyifli değildi. Eser bu olumsuz ruh halimi daha da daralttı. Uzun öykülerin içinde “Son” adlı öykü hoşuma giden, beni kendine çeken tek öykü oldu. Metinleri yorumlamayı gereksiz görüyorum kendim için. Zira 13 metinde insanı boğan bir hiçlik var. Uzun, bol virgüllü, kapanmayan bir boşluk gibi cümleler... Tek tesellim kitabın hacminin görece az olması. Bu sayede sağ salim sonuna erişebildim. Seninle tanıştığıma memnun olmadım Samuel Beckett.


 ELDE VAR İNSAN
Senai Demirci

İnsan coğrafyasında tefekkür gezintisine çıkmaya hazırsanız mutlaka okuyup istifade etmelisiniz eserden. Şunu belirtmekte yarar var. Eserden istifade edebilmek için kalbinizde mutlaka bir iman mührünü taşımanız elzemdir. Bu mührü kalbinde barındırmayanlar için dua etmekten başka çok yapabileceğim bir şey yok. Bu mührü eksiği ile kalbimize koyana şükretmekte bize düşen diğer vazifedir şüphesiz. “Elde Var İnsan” yazarın enfes bir “El” derlemesi ile başlıyor. Elimizin bu kadar kalbe dokunan sıcak bir öyküsünü daha önce hiç okumadım diyebilirim. Sadece bu yazı için bile kitap okunası. İnsan yaratılışının mucizeleri ve detaylarını gördükçe mutlak bir yaratıcının eseri olmasının dışındaki söylemler, bilimsel çalışmalar bir çaresizlik çığlığı aslında. Hayatı bir evrimle ifadelendiren bunu da bilime ve akla uygun gören anlayışın çaresiz kaldığı her detayda; ‘milyonlarca yılda böyle olmuş’lara başvurması ne de hazin bir bilimselliktir. Görmediğine inanmayanların, cevap bulamadığına akıl ile savunması ne garip bir akılsızlıktır. Bir yaratıcının varlığına inanmayanların tüm olağanüstü düzeni bir maddeye yüklemesi ne komiktir. Tüm düzeni bir sebep-sonuç ilişkisinde aramayı savunanlar bir çıkmazın içinde kalacaktır şüphesiz. Çünkü parçalanarak küçültülen her madde ve sonucu bağladığımız her sebebe hazır bir sorumuz olacaktır yine. Peki, o neden oldu? Sebep? Ben okuyunca bu soruları sorasım geldi maddecilere...


 HAYAL KAHRAMANLARI
Sunay Akın

Hepimizin hayatında çocukluk dönemimize ait bir hayal kahramanı vardır muhakkak. Milenyum çağının çocuklarını bilmiyorum ama bizim çocukluk dönemimizin kahramanları daha cana yakın ya da görüntü itibariyle daha insancıldı diyebilirim. Benim hayal ve çizgi roman kahramanım hep Red Kit olmuştur. Bugün bile çizgi filmi veya çizgi romanlarını gördüğümde içimdeki çocuk hemen tebessüm eder. Sunay Akın kendine has üslubu ile bize çocukluğumuzun hayal kahramanlarının arkasındaki ilginç detayları anlatıyor. Kitap baştan sona çizgi film veya çizgi roman karakterlerinin anlatıldığı bir kitap değil.  Bunu belirtmek gerek. Çok keyifli, yer yer hüzünlü klasik bir Sunay Akın eseri. Alınır okunur...


 SİNEKLERİN TANRISI
William Golding

Modern Dünya klasikleri arasında yer alan bir kitap Sineklerin Tanrısı. Yazarın ilk ve en çok ses getiren romanı sayılıyor. İlk kez 1954 yılında yayımlanan bu roman döneminde bir çocuk kitabı gibi de algılanmış. Ancak kesinlikle bir çocuk kitabı değil. Bir uçak kazasında ıssız bir adaya düşen tüm karakterler 6 ile 12 yaşları arasındaki çocuklardan oluşuyor. Belki adadaki çocukların serüveni gibi görülmesi bu algıyı yaratmış olabilir. Golding eserinde; adadaki ilk zamanlarını ebeveynlerinden ve kurallardan uzak bir oyun sahnesi gibi algılayarak eğlenen çocukların, zaman geçtikçe birlikte yaşama ve kurtulma mücadelesinde nasıl vahşileştiklerini ve yaşadıkları yeri nasıl bir cehenneme çevirdiklerini ustaca anlatıyor. Bunu anlatırken iyilik ve kötülüğün sadece yetişkinlere has bir özellik değil küçük bireyler iken de içimizde olan bir ruhsal donanım olduğunu okuyucuya tarif ediyor. Modern çağın yasaklarından kurtulan bir bireyin çocukta olsa kötülüğe meyilli bir ruhu, karakteri ve gelişimi varsa çocuk yaşta da zorbaya dönüşebileceğini gösteriyor. Etrafınızdaki çocuklara bakın. Paylaşmayan, merhamet göstermeyen, ezdikleri oranda ebeveynlerinden taktir alan duygusuz çocuklar yetişmiyor mu? Bu çocuklar gelecekte birer Jack olarak aramızda dolaşmış olacaklar şüphesiz. Kesinlikle okunası bir modern klasik... Mina Urgan’ın çevirisi eseri daha da değerli kılıyor ayrıca. Yine eserin sonunda romanın ana fikrini sorgulayan, açıklayan bir Mina Urgan “Son Söz” bölümü de artı bonusu sayılır. Yazarın 1983 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldığını da not ederek bu yorumu da bitirelim.


 DEĞİŞİM
Mo Yan

Kütüphaneden alıp aynı gün okuyup bitirdiğim küçük hacimli keyifli bir eser. 2012 yılında Nobel Edebiyat ödülünü almış olan Çinli yazar Mo Yan’ın kısa bir otobiyografi kesiti denebilir eser için. Uzun öykü olarak lanse edilmesine aldanmayın. Zira Mo Yan kendi yaşamından küçük bir kesit sunuyor size. Eserin adına neden “Değişim” denmiş çok anlam veremedim kitabı bitirince. Hatta kitap arka kapağında yazılı bir cümle var ki akıllara zarar bir pazarlama şarlatanlığı bana göre. Can yayınlarına bu yorumu hiç yakıştıramadığımı söylemeliyim. Aynen şöyle yazılı arka kapakta: “Mo Yan, Değişim adlı uzun öyküsünde ülkesindeki toplumsal ve siyasi değişimleri dile getiriyor” Aynen böyle yazılmış. Bunu yazan kişinin bu kitabı okuduğunu zannetmiyorum. Yahu ne toplumsal, siyasal değişmesi... Eserde bu anlamda hiçbir bilgi yok. Mo Yan’ın eserinde; çocukluk, ilk gençlik ve orduya yazıldığı dönem ile bu çağlarda hafızasında en fazla yer kaplayan kişiler ve olaylar ile ilgili kısa hatıraları anlatmış okuyucuya. Kısacık keyifli bir anı kitabı... Bunu pazarlamak adına sırf yazar Çinli diye “siyasal, toplumsal değişimi anlatıyor” notu düşmeye hiç gerek yokmuş. Neyse… Pazarlama yanlışını bir kenara koyarsak eser sizi saran samimi dili ile okunabilirler arasında yerini alıyor.


 EZİLENLER
Necip Mahfuz

Ortadoğulu yazarlar arasında ilk Nobel Edebiyat ödülünü kazanan yazar unvanına sahip Necip Mahfuz epey zamandır okuma listemde olan bir yazardı. Bu ödülü 1988 yılında alan yazar ile tanıştığım ilk eseri oldu benim için. Yazar, bölümlere ayırdığı öykü tadındaki romanında “destan” adı altında “Aşur El Naci” karakterinin ve onun soyunun hikâyesini anlatıyor okuyucuya. Her bölüm Naci sülalesinin iktidara gelen bireyi ve ailesinin dramatik yönetim dönemini konu alıyor. Baştan sona sürekli bir konu yok anlayacağınız. Her bölümün hikâyesi ve ana karakterleri ayrı. Ancak bölümler ayrı olsa da hemen her bölümde Mahfuz aslında aynı konuları işliyor. İktidarın, insanın elinde nasıl bir hırsa ve değişen anlayışlar sonrasında sapkınlığa varan adaletsiz bir kılıca dönüşünü, zillete varan bir son ile devrildiğine şahit oluyorsunuz. Yeni iktidarın, geçmişten ders almayarak aynı hataları bıkmadan, usanmadan ve utanmadan tekrarını bir insanoğlu klasiği gibi her yeni bölümde gözünüze sokuyor Mahfuz…


 MAVİLİĞİN SONUNDA
Carme Riera

Kütüphanede kapak yazısını okuyunca dikkatimi çeken bir eser oldu “Maviliğin Sonunda”… Konusu beni kendine çekti ve alıp okumaya karar verdim. Daha önce duyduğum bir eserde değildi. Katalan yazar Carme Riera’nın kendi ülkesinde ödüller aldığı belirtilen, İspanya’daki Engizisyon terörünü konu alan bir tarihi roman niteliğinde olduğu yazıyordu. Bir grup Yahudi’nin dinlerini rahatça yaşamak, Engizisyon baskısından kurtulmak adına Mallorca’dan bir gemi ile kaçma hikâyesi olarak aktarılan bir eser. Ancak gemiye binemeyen yani kaçamayan bu grubun mahkeme sürecini konu alan bir eser olarak başlayıp biten, çok zevk almadığım bir kitap oldu. Karakterler epey karışıyor romanda. Ben karıştırdım diyebilirim. Genel bir bütünlük, sizde merak uyandıran bir kurgu yok kitapta. Kitabın arka kapağında yazan kısa nota aldanmayın derim. Gerçekten çokta okunası bir roman değil. 


 DEVLET-İ ALİYYE
Halil İnalcık

Eğer tarih okumayı seviyorsanız Halil İnalcık hocanın eserine kayıtsız kalma şansınız yok şüphesiz. Araştırmanın bu birinci cildinde; siyasal, kurumsal ve ekonomik gelişim ana başlığında detayları okuyacaksınız. Baştan söylemem gerek. Bu eseri tahta geçme sırasına göre padişahların dönemindeki kronolojik savaşlar, sonuçlar vs. şeklinde alışılmış bir tarih kitabı zannetmeyin. Açıkçası büyük kısmı tarih dalında akademik kariyer yapan hocalarımızın çok daha fazla yararlanacağı detayların yer aldığı bir eser diyebilirim. Tabi ki padişahların dönemine ve bu dönemdeki önemli olaylara da değiniyor İnalcık. Ancak asıl amacı farklı detayları aralamak olmuş hocanın. Örneğin ekonomik düzen ile ilgili detaylar, vergiler, tımar sisteminin detayları yer yer sizi sıkabilir. Tekrar belirtmemde fayda var. “Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili eserleri okumayı çok seviyorum”  diyerek aslında Osmanlı’yı “Diriliş Ertuğrul” dizisi üzerinden takip ettiğini zannedenler ekranları başında heyecanla dizilerini izlemeye devam etsinler. Onlar için vakit kaybı olacaktır. Osmanlı’yı yılışık dizilerden takip etmeyenler zaten mutlaka alıp okur ve faydalanırlar diye düşünüyorum.


 TEHLİKELİ OYUNLAR
Oğuz Atay

Türk roman tarihinde şüphesiz kendine has ayrı bir köşesi var Oğuz Atay’ın... Yaşadığı dönemde çok da  önemsenmeyen, hatta okunmayan bir yazar köşesi. Açıkçası onu bugün okunur kılan, bir anlamda ünlü yapan olgunun ne olduğunu hala çözebilmiş değilim. Farklı olduğu kesin. Dili, romanındaki karakterlerin bunalım dozu, çaktırmadan yaptığı mizahi kurgusu vs. Ama yok arkadaş! Ben sevemedim bu dili ve karmaşık kurguyu. Aynı paragraf içinde birleştirilmiş uzun cümleleri, kimin konuştuğunu anlayabilmek için kendinizi kitapta tutmaya harcadığınız ekstra mücadeleyi... “Tehlikeli Oyunlar” Atay’ın “Tutunamayanlar” romanının bir devamı gibi. İçinde yine bir piyes havasında; hayatı ve etrafındaki insanlarla olan ilişkisinin hesabını vermeye çalışan bunalım bir Hikmet Benol karakteri ile karşı karşıyayız. Oktay Akbal 1977 yılında eser için yaptığı yorumda öyle güzel anlatmış ki Atay’ı... Tam da bunu söylemek istiyorum bende. “Kolay okumalar, hızlı sevgiler, beğeniler, alışkanlıklardan koptuğumuz, kopabildiğimiz, rahat ve geniş zamanlarımızı güç bir kitabı çözmeye, sevmeye, ondan bir şeyler almaya, öğrenmeye ayırabildiğimiz bir gün Atay’ın romanlarını çok seveceğiz...”