Site Haritası

2021 Yılı Okudukları (24)


 BOYALI KUŞ
Jerzy Kosinski
E Yayınları / 264 Sh

Kosinski eseri yazarken; “insan şiddetinin ve vahşetinin dozunu daha ne kadar abartabilirim” diye kendi ile yarışmış sanırım. Yazarın karmaşık ve serüven dolu hayatının ve muhtemelen psikolojik sorunlarının da etkisi ile ortaya insanın midesini bulandıracak dozda bir dram romanı çıkmış. Genel düşüncelerin aksine ben bu dilden hoşlanmadım. Edebi bir değeri olduğunu da düşünmüyorum bir kitapsever olarak. Ailesi tarafından güvenlik amacıyla bir köye yerleştirilen çocuğun oradan oraya savrulurken yaşadığı olayları konu alan romanda bana göre bir bütünlük yok. Hemen her bölümde farklı insan karakterleri ile farklı vahşet sahnelerini okuyorsunuz. Hayvan ile çiftleştirilen, gözü kaşıkla oyulup zeminde yuvarlanan insanlar ve daha nice sinir bozucu sahneler ile eserin bir an önce bitmesini istedim. Ana karakter olan çocuğun başına o kadar çok şey geliyor ki anlatılan detayların binde birinde bir insanın sağ kalma şansı yokken yazarımız kahramanımızı bir sonraki işkence ve vahşet hikâyesi için öldürmüyor. Sürekli bir dayak, işkence, sürekli bir kötülük… Ne hikmet ise sona doğru Stalin amcamızın askerleri insanlık dersi veriyor hepimize. Almanların 2.Dünya savaşında uyguladığı vahşet ile ilgili çok daha gerçekçi ve edebi yönü de daha güçlü eserler var. Kosinski’nin psikolojik buhranlarının bir yansıması olduğunu düşündüğüm bu kitabı kendi adıma tavsiye edemem. Abartı dram ve vahşet okumayı sevenler muhtemelen bayılarak okuyacaklardır.


 DEVLET ANA
Kemal Tahir
İthaki Yayınları / 616 Sh

1968 yılında Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü kazanmış olan ve Kemal Tahir’in en önemli romanı sayılan eseri okumak benim için gecikmiş bir buluşma oldu. Kendi deyimi ile Batı’daki ünlü romanların masaldan, halk hikâyelerinden kaynaklandığını belirtmiş; “Benim de masal ve hikâyelerim var” diyerek Devlet Ana romanının temelini attığını söylemiş yazarımız. Romanı, Osmanlı Devletinin Bilecik’te kurulması ile sona eren bir yörük göçebe macerası olarak adlandırsam sanırım yanlış bir değerlendirmede bulunmuş olmam. Çadırlarda, at üstünde, sayvanlarda, hanlarda geçen; karakterlerini Osmanlı’nın kuruluş dönemine ait ünlü tarihi isimlerinden seçmiş bir kurguya sahip. O dönemleri daha iyi hissettirmesi adına yerel dil tekniğini kullanmış Kemal Tahir. Ancak benim sürekli olarak aynı tarz vurguları okumak çok hoşuma gitmedi ve açıkçası bana bu açıdan bir zenginlik yarattığı hissi de vermedi. Günümüzde reyting uğruna çayır çimende çekilen “Kuruluş” “Diriliş” ön adları ile insana bıkkınlık veren ve hiç hazzetmediğim dizilerde her cümlenin sonuna “Lakin” koymayı dönemi hissettirme yolu olarak gören senarist ve metin yazarlarının bir benzerini de Kemal Tahir “Hele şuna hele…” gibi ifadeleri bol bol kullanarak romanına dönemin konuşma dili havasını katmaya çalışmış. Genel olarak kurgusundan etkilenmedim. Temel olarak dönemin uç beyliklerinin aralarındaki ilişkileri üzerinden karakterler oluşturulmuş ve bu karakterlerin serüvenlerini barındıran romanda bazı bölümler sizi oldukça sarıyor. Ama 616 sayfanın genelinde böyle bir soluksuz serüven hissi var sanıyorsanız, hayır yok. En azından ben bulamadım. Kerimcan karakterinin eserin sonunda kılıcı bırakarak kitaplara yönelip mollalığı seçmesini de Kemal Tahir’in “bu kadar yeter! Ben en iyisi kitaplarıma döneyim” demesi gibi algıladığımı da not etmem gerek. Çok uzun bir sürede okuyup bitirdiğimden midir bilemem ama beni hayal ettiğim gibi içine çeken bir roman olmadı Devlet Ana…


BARONLAR SAVAŞI
Timur Soykan
Kırmızı Kedi Yayınları / 419 Sh

Son 10 yıldır Türkiye’de “Merkez Medya” adı ile iktidarın bir nevi parti neferi gibi çalışan yazılı ve görsel medyadan duyamayacağınız, skandallarla dolu kirli bir uyuşturucu ticaret hesaplaşmasını okumak isteyenlere tavsiye ederim. Açıkçası bugün bunları yazabilen gazetecilerin olduğunu görmek geleceğe dair içimizde hala bir umut taşımamıza vesile oluyor. 90’lı yıllardaki Susurluk skandalı ile ortaya saçılan devlet-siyaset-mafya birlikteliğinin bugün de son sürat devam ettiğini görmek insanı bu ülkeye dair her şeyden soğutuyor aslında. Peşinen söyleyeyim. Anayasa profesörü etiketi ile ekranlarda yıllarca ahkâm kesen zatın, yargıyı bir uyuşturucu baronunu kollamak adına nasıl kişisel şirketiymiş gibi kullandığını, su içer gibi gözümüzün içine baka baka nasıl yalan söylediğini, canımızı malımızı emanet ettiğimiz devlet kurumlarının rüşvet batağına saplanıp nasıl çivisinin çıktığını okuyarak bol bol sinirleneceksiniz. Timur Soykan kimsenin cesaret edemediği bir araştırma bırakmış tarihe. Ancak Yunanistan’da yakalanan yaklaşık 2 tonluk bir uyuşturucu trafiği üzerinden işlenen cinayetleri, bu esnada yaşanan hukuksuzlukları anlatırken bu skandal süreçte suyun başındaki siyasetçileri tam olarak ifşa etmemiş ya da edememiş gibime de geliyor. Bu skandallar zincirinde başrol oynayan Burhan Kuzu’yu okuyoruz ama ona sufle verenleri yani kirli suyun daha başındakileri bulamıyoruz satırlarda sanki. Kim bilir… Belki bu isimleri de bir gün yazabilecek yazarlarımız ve onları yargılayabilecek bağımsız hukukçularımız da olur bir gün…


DEĞİRMEN
Sabahattin Ali
Dekalog Yayınları / 248 Sh

Eserde yer alan hikâyelerin içinde en vurucu olanı hiç şüphesiz “Değirmen” adlı hikâye. Âşık olduğu kız için uzvunu kaybetmeyi göze alan bir aşk hikâyesi. Aslında birçoğunu uzun Yeşilçam senaryoları ile evlerimize konuk ettiğimiz filmlere benzetebilirsiniz. Birinci kısımda yer alan hikâyelerin hemen hepsine aşk acısı özetli hikâyeler diyebiliriz. İkinci ve üçüncü kısımda yer alan hikâyeler ise daha bizim içimizden, fakir Anadolu’dan kurgulanmış hikâyeler olarak değerlendirilebilir. Vasat altı demek haddime değil ama diğer Sabahattin Ali eserlerindeki kadar etkilendiğimi söyleyemem. Ama birçok şeye hasret kalmış bir Sabahattin Ali dilini yine de fark ediyorsunuz kitapta. Yazarın yaşadığı dönemdeki öksüz ve sahipsiz kalışının izleri sanki tüm hikâyelerine sirayet etmiş. Bunu her Sabahattin Ali eseri okuduğumda hissediyorum.


RED KİT TOPLU ALBÜMLER 1
Morris
Yapı Kredi Yayınları / 160 Sh


Öncelikle çocukluk kahramanım olan Red Kit maceralarını derleyip toplu albüm olarak yayınlayan Yapı Kredi Yayınlarına kocaman bir teşekkür. Çocukluk dediğime bakmayın. 43 yaşında bir adam olarak hala kitaplığıma katıp okuduğuma göre Red Kit bu yaşımın da kahramanıdır şüphesiz. Bugüne kadar YKY 16 albümü bizlerle buluşturdu. Ve hepsi kitaplığımın en nadide rafında yerini aldı. Bana çizgi romanı sevdiren Morris ve Goscinny’dir. Çocukluğumda Milliyet gazetesinin C.tesi günleri verdiği Red Kit fasiküllerini bir çırpıda okuyup sabırsızlıkla bir sonraki C.tesi gününü beklediğimi dün gibi hatırlıyorum. Biriktirdiğim bu fasiküller bir taşınma esnasında sanırım çöpe gitmişti. Çok üzülmüştüm. Şimdi bu toplu albümlerin yayınlandığını görünce aynı heyecanı ve sevinci hissettim alırken. Yine keyifle okudum. Çocukluğuma gittim kısa da olsa... Tabi ki bu yaşta bir çizgi romanın içeriğine ait yorum yapmak mümkün değil. Red Kit severler zaten okuyup mutlu olacaklardır. Çevirisini yapan Eray Canberk’e de ayrıca teşekkür etmeli. 1946-1949 yıllarına ait maceraları içeren albümün bu birinci cildini okumak isteyen Red Kit severlere tavsiye ederim.


LOZAN
Ali Naci Karacan
İş Bankası Yayınları / 561 Sh

Ali Naci Karacan’ın 1943 yılında yazdığı eserin günümüz Türkçesi ile tekrar yayınlanması çok değerli. Lozan Barış Konferansına iştirak eden gazetecilerin içinde yer alan Karacan; anılarını, tanıklıklarını derleyerek bir Lozan mücadelesi panoraması bırakmış bizlere. Lozan Barış Antlaşması ile ilgili birçok kitap okudum. Bir kısmı salt Cumhuriyet karşıtı ve Atatürk düşmanı olan, tarihçilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerin yazdığı yanlı bir bakış açısını içeren eserlerdi. Bir kısmı da Ali Naci Karacan gibi bu konferansta yer alan politikacıların hatıraları idi. Hiçbirinde İsmet Paşa’nın üzerine yüklenen yükün ağırlığını bu denli hissetmedim. Henüz Dünya üzerinde ciddiye alınmayan, küllerinden doğmuş koca bir ulusun, kazanılmış bir bağımsızlık savaşı sonrasında diplomatik arenada verdiği bu mücadeleyi okurken çok hüzünlendim diyebilirim. İnönü’nün bu konferansta verdiği sabır ve bağımsızlık mücadelesinin hepimiz kıymetini bilmeliyiz diye düşünüyorum. Tarihi sloganlarla değerlendirmemek gerek. Lozan Barış Anlaşması Türk tarihinde en fazla suiistimal edilen konulardan biri şüphesiz. Lozan; o günkü şartlarda elde edilen büyük başarı sayılmalı şüphesiz. Ancak içinde belirli başarısızlıkları da barındırdığı gerçeğini de inkâr etmemek gerek. Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının sadece elde edilemeyen detaylar üzerinden o günkü mücadeleyi yerden yere vuran anlayışı nasıl yanlışsa, anlaşma ile elde edemediğimiz hakları küçümsemek, yokmuş gibi davranmakta o denli yanlış benim için. Ali Naci Karacan eseri her ne kadar bir gazeteci gözüyle tarafsız kaleme aldığını belirtse de kaybedilen haklar ile ilgili satır aralarında bu maddelerden feragat edilebilir tarzda yorumlar yapması hoş olmamış. Örneğin kıyılarımızdan 2 km uzakta olan Meis adasından vazgeçmemiz ile ilgili yorumu bunlardan biri. Nerdeyse gereksiz bir kaya parçası saydığı bu adanın bugün nasıl bir yer olduğu malum. Musul konusunda çok uzun sürdüğünü bildiğimiz oturumların, tartışmaların eserde yeterli yer almaması da yakıştıramadığım diğer bir detay. Karacan çok değerli bir eser kaleme almış. Bunda şüphe yok. Ancak 1943 yılında artık Türkiye’de milli şef döneminin sancılı yıllarında sanki Lozan ile ilgili İnönü’ye dönük eleştirilere bir cevap niteliğinde devlet eliyle yazdırıldığı hissi uyandı bende. Nitelim Lozan delege heyetinde yer alan Rıza Nur ile ilgili nerdeyse hiçbir veri yok kitapta. Sanki 6 ay süren konferansta Rıza Nur süs için oradaymış gibi duruyor. Acaba kitabın yazıldığı yıllarda artık muhalif siyasetçiler içinde Rıza Nur’un Lozan ile ilgili anılarına bir cevap verme ihtiyacından mıdır bu yok sayma bilemedim! Eser kesinlikle okunmalı. Okuyacağız, tartacağız tarihi detaylar ile takım tutmadan faydalanacağız.


ANLIYORUM AMA KONUŞAMIYORUM
Salih Uyan
Carpediem Yayınları / 155 Sh

İlk elime alıp 20-30 sayfa okuduğumda eseri bir roman değil çocuk kitabı olarak niteledim. Okuma hızınıza bağlı olarak 1 veya 2 saatte bitirebileceğiniz hemen hepimizin İngilizce ile olan bitmez tükenmez kavgasını hoş bir üslup ile İlker karakteri üzerinden anlatan, roman değil hikâye tadında bir kitap demek daha doğru bir görüş olur. İngilizceyi nasıl öğrenmek gerektiğini İlker’i bu dertten kurtaran Hasan hocanın eserin sonunda yer alan mektubunda belirttiği ipuçları ile ele almak gerekiyor gibi. Salih Uyan yer yer sisteme, kurslara, “hemen öğretirim” diyen özel hocalara epey gönderme yapıyor kitabında. Eserin sonunda küçük tavsiyelerde bulunsa da aslında İngilizce dilini neden öğrenemediğimizin komik hikâyesini anlatıyor. Çocuk genç her yaştan kitapsever okuyabilir. Ama acayip komik bir kitap değil kapağındaki iddia ettiği gibi. Abartmamak gerek…


DIMITRIOS’UN MASKESİ
Eric Ambler
Yapı Kredi Yayınları / 252 Sh

Casusluk edebiyatının babası olarak lanse edilen Eric Ambler’i biz Türkler sanırım çokta baba olarak görmemişiz. Açıkçası ismini ve ününü hiç duymadığım, eseri aldığımda yeni bir yazar mı acaba diye düşünüp romanın 1939 yılında yazılmış olduğunu görünce hayli kendimden utandığım bir durum oldu okuma öncesi. Romanın daha önceki yayıncısı olan Can yayınlarında da baskı yapmamış olması, yazardan bir haber olanlar konusunda yalnız olmadığımı gösteriyor açıkçası. Her ne kadar Polisiye-Gerilim etiketi taşısa da öyle aman aman gerileceğiniz bir durum yok. Yine de sıkılmadan okuyabileceğiniz, farklı bir tat bırakacağına inandığım bir eser diyebilirim. Casusluk ve polisiye romanları yazarı olan Latimer karakterinin, İstanbul’da tanıştığı Albay Hakkı’nın Dimitrios adında, birçok ülkede suça karışmış bir katilin ölümünü anlatması ile başlıyor kitap. 80 yıl önce yazılan polisiye gerilim türünün nasıl olduğunu merak edenler için okunabilir bir eser. Açıkçası bir roman yazarının birçok ülke tarafından aranan bir suçlunun peşine düşerek sırları çözme gayreti biraz eğreti duruyor. Sırları aralamaya çalışanın polis yerine bir roman yazarı olması haliyle aksiyonu da buna göre belirlemiş. Kitabın başında tanıştığımız Albay Hakkı’nın bir yerde romana gireceğini bekliyorsunuz ama nafile. Çok sürpriz sayılmayacak bir final ile biten romanda Eric Ambler kendi gibi yazar olan Latimer karakterini de bu keşmekeşten yara almadan kurtarıyor.


ERGENEKON BELGELERİNDE FETHULLAH GÜLEN VE CEMAAT
Nedim Şener
Destek Yayınları / 278 Sh

Nedim Şener, Gülen Cemaatinin en güçlü olduğu ve hemen her kesimin bu yapıya methiyeler düzdüğü dönemlerde yapının iç yüzünü araştıran, kitaplar yazan birkaç gazeteciden biriydi. Dokunanın yandığı bir dönemde kaleme aldığı bu cesaretli gazetecilik refleksi bugün belki de hepimizin hasret kaldığı hasletlerden biri. 2009 yılında yazılmış kitabı bugün okumak belki çok şey ifade etmiyor ama ülkenin büyük kesiminin haksızlık yaparak mağdur ettiği o yürekli insanların siyasetçilerin kim olduğunu hatırlamak bakımından yine de okunmalı. Okurken 15 Temmuz’da yaşananları düşününce, göz göre göre bu yapının nasıl bu hale gelmesine göz yumulduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluyor insan. 1990’lı yıllarda Emniyet Müdürü Ünal Erkan’ın; örgütün Polis akademisinde yapılacak kura çekimine baskın yaparak tüm haksızlığı tespit etmesine rağmen hiçbir şey yapılmamasına mı kızarsınız, Genelkurmay raporlarında her dönem irticai faaliyetler içinde en büyük tehlike olarak rapor edilen örgütün buna rağmen her siyasi parti döneminde güçlenmesine son sürat devam etmesine mi şaşırırsınız bilemem… Bugün, yaşadığımız Türkiye’de artık şaşırma melekelerimizin dumura uğradığı bir dönem yaşıyoruz. Şaşırma ve kabullenmeme gücünü hala taşıyabilenler olarak okumaya devam etmeliyiz. Eserin sonunda Türkiye'de belirli bir kitleye sahip bazı tarikatlar ve cemaatler ile ilgili de raporlar yer alıyor. Kitabın daha çok devlet raporlarında yer alan ifadeler ile hazırlandığını söyleyeyim. Genel itibari ile raporların tamamı farklı dönemlerde olsa da benzer bilgileri içerdiği için aynı şeyleri okumak yer yer sizi sıkabilir. Bunu da not etmekte fayda var.


ESKİ DÜNYA SEYAHATNAMESİ
İlber Ortaylı
Kronik Yayınları / 278 Sh

İlber Ortaylı, kendi ifadesi ile kitabı için; Henüz Balkanlar ve Ortadoğu’nun eski havasını muhafaza ettiği günlerdeki gezilerini içerdiğini ifade ediyor. Tam olarak bir seyahatname değil de hocamızın gözünden küçük bir tarih yolculuğu ile ilgili ülkelerdeki güncel politik konularla ilgili görüşler içeriyor diyebilirim. Eserde yer alan ülkelerde nereye gidilir, ne yenir, ne içilir, nerede kalınır tarzında bir gezi rehberi gibi bir kitap gelmesin aklınıza. Yer yer sizi müzelere, sokaklara, caddelere götürse bile aslında gezerken akılda kalanların bir sohbet havasında okuyucuya aktarıldığı bir kitap demek daha doğru sanki. Hocamızın Hilton otelleri için “Güzel şehirleri çirkinleştiren oteller zinciri” yorumu bana çok ilginç geldi okurken. Eski Sovyet ülkeleri için; “Yağ var, irmik var ama helvayı yapmaya kimsenin niyeti yok; şekeri saklayanlara ise kimse direnmiyor” yorumu da altını çizdiğim başka bir detay. Eserde birçok ülke ve coğrafya yer alsa da hocamız için sanırım en keyif aldığı seyahatler hep İtalya ve özellikle Venedik olmuş. Genel öğretici ifadeler özellikle Venedik’te kendini şu ifadelere bırakıyor: “Venedik baharda ve güzde ayrı güzellikte iki resimdi. Güneşli bir kış gününde rüzgârların fazlalık yapan renk tonlarını silip süpürmesi gibi, Venedik, sert fırça darbeleriyle yapılmış bir resim gibiydi…” Yani bir anlamda aşka gelmiş bir betimleme ile yerinin başka olduğunu size hissettiriyor.


 KÖPEK KALBİ
Mihail Bulgakov
İş Bankası Yayınları / 132 Sh

Mihail Bulgakov Rus edebiyatının tarihe armağan ettiği ünlü yazarların arasında hak ettiği ilgiyi görmemiş bir yazar. Bunu her Bulgakov eseri okuduğumda yürekten hissediyorum. Buna sebep olan muhtemelen döneminde yasaklanması hatta yok sayılması olabilir. Yazarın Rusya ile ne alıp veremediği var gibi bir hisse bile kapılmak mümkün okurken. Zira sözünü sakınmadan romanlarındaki kahramanları üzerinden sisteme, devrime istediği her eleştiriyi getiriyor olması onu dönemindeki diğer yazarlardan kesinlikle ayırıyor. Kısa hacimli “Köpek Kalbi” eserinde aşağılanmış, yok sayılmış Şarik adlı bir sokak köpeğinin ameliyat edilerek insanlaşması ve sonrasında onu yaratanlara karşı takındığı devrimci tavrın yarattığı sorunları okuyoruz. Bulgakov Rusya’daki devrim ile insanların köpekleşmesini mi iddia ediyor bilemiyorum. Ama sanki bizi enfes bir kurgu üzerinden ironi ile bunu düşünmeye sevk ediyor gibi. Köpek Şarik’in bir kimlik sahibi olup Şarikov’a dönüştüğü yaşamında Devrimci bir nefer olarak fikirleri gelişirken, onu yarı insana çeviren Profesör Filipoviç’in muayenehanesinde asalak olarak yaşamını sürmeye devam ettiğini görüyoruz. Kesinlikle bir hiciv eseri diyebiliriz. Köpekten insana evrilen Şarik’in yaptığı tahammül edilemez şeylerin arasında “Nihayetinde bir köpek kalbi taşıyor” notunu okuyoruz. Devrimler, yönetim sistemleri, kanunlar… Hepsi bahane! “Köpeği insan yapamazsınız, insan olanı da köpekleştiremezsiniz” mi diyor acaba Bulgakov? Okuyup kendiniz karar verin isterim.


 KİTLE VE İKTİDAR
Elias Canetti
Ayrıntı Yayınları / 511 Sh

Tavsiye üzerine kitap okumanın ne kadar büyük bir risk taşıdığını acı bir tecrübe ile tekrar yaşamış oldum. Yazarın bu kitap için 30 yıllık bir çalışma yapması beraberinde aslında bütünlüğü kaybetme riskini doğurmuş. Düşünün ki 30 yıl öncesinden bir şeyler anlatmaya başlıyorsunuz, konu 30 yıl içinde dallanıp budaklanıp farklı kulvarlara kayıyor. Çok şey anlatmaya çalışıp aslında bir şey anlatmıyor gibi bir hava ile tamamladım kitabı. Cenetti’de eserin kaynakça kısmında; uzun yıllar üzerinde çalıştığı bu eser için faydalandığı kaynakları eksiksiz sunmanın imkânsızlığından bahsetmiş. Açıkçası kesinlikle kendi açımdan değerlendirdiğimde fayda sağlamadığım kötü okumalardan biri oldu benim için. Eserin adı sizi tavlamasın. Eserde isminden yola çıkarak Dünya üzerindeki kitleleri yöneten iktidarlar hakkında bir analiz okuyacağınızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Ne Hitler’in Nazi Almanya’sında, ne Mussolini’nin İtalya’da, Ne Napolyon’un Fransa’da, ne Stalin’in, Lenin’in Rusya’da kitleleri nasıl etkileyerek iktidar aracı haline getirdiklerinin cevaplarını okuyacaksınız bu eserde... Hiçbiri yok. Nasıl olur demeyin. Ben de bu güçlü karakterler ve yönettikleri kitleler üzerinden bir sosyolojik araştırma bekleyerek okumaya başlayıp 511 sayfa boyunca mitolojik ritüellerden, efsanelerden, kabilelerin saçma sapan detaylı hikâyelerinden, hayvan belgeseli izler gibi avına odaklanan canlılardan bahsetmesi dışında bir şey bulamadım. Gerçekten o kadar saçma sapan batıl kabile efsaneleri ve masalları var ki bunları anlatarak kitleler hakkında sosyolojik bir saptama yapma fikri Canetti’ye nereden esmiş bilemiyorum. Eser kesinlikle bir tür sınıfına girmiyor. Bu platformda kitabın türüne bakmanızı öneririm. Bir yere koyamamış olacaklar ki roman dışında her sınıfa sokulmuş eser. Benim siyaset politika türüne aldanarak başlayıp sabırla okuyup bitirdiğim esere 7-10 arasında puan verenleri faydalandıkları için ayrıca ayakta alkışlıyorum. Tabi gerçekten okudularsa… Bir de bu kadar birbirinden kopuk bir eseri Türkçe ’ye çeviren Gülşat Aygen’e de madalya verilmesi gerektiğini düşünüyorum.


ÖTEKİ
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
İş Bankası Yayınları / 181 Sh

Okuma serüvenimde benim için en önemli demirbaşlardan biri olan Dostoyevski’yi sevmenin büyük bir ayrıcalık olduğunu yine hissettim “Öteki” romanını okurken. Yazarın; “Suç ve Ceza” “Karamazov Kardeşler” gibi nadiren 10 üzerinden 10 verdiğim 2 eseri hala hafızamda en özel köşelerinde dururken “Öteki” romanı için çok fazla bir beklenti içine girmemiştim ne yalan söyleyeyim... Dostoyevski’nin 1846 yılında yayınladığı ve döneminde övgü alan “İnsancıklar” adlı romanından sonra yazdığı “Öteki” romanının döneminde çok fazla beğenilmemesine açıkçası şaşırdım diyebilirim. Ben “İnsancıklar” romanından çok daha başarılı buldum ve keyif aldım okurken. 1846 yılında psikolojik rahatsızlığı olan bir karakteri bu kadar gerçekçi bir anlatım tarzı ile okuyucuya sunmuş olması gerçekten inanılmaz. Bu psikolojik rahatsızlıkların bizim yaşadığımız dönemlerde teşhis ve ayrıntılarının daha fazla ortaya konulduğunu düşünürsek, Dostoyevski’nin bunu o yıllar içinde nasıl gözlemleyip bir karakter yaratarak romanlaştırdığını daha fazla takdir ediyor insan. Golyadkin kesinlikle Raskolnikov gibi hafızaya kazınan bir karakter olup çıkmış. Her an yolda karşınıza çıkıp nezaketini kaybetmeden, kendi uydurduğu bir durumu gerçekmişçesine size anlatacakmış gibi. Yaşadığı kişilik bölünmesi ile hayatını mahveden Golyadkin’in hikâyesini merak eden özellikle Dostoyevski hayranlarına kesinlikle tavsiye ederim.


SON SIĞINAK
Hasan Nuhanoviç
Turkuaz Yayınları / 357 Sh


Kitabı bitirdiğim şu anda içimde derin bir boşluk hissediyorum. Hasan Nuhanoviç’in ıstırap dolu bir tarihe tanıklık ettiği, o tarihin içinde hayatta kalmaya çalıştığı gerçek hikâyesinin bittiği o son sayfada arafta kalmış gibiyim. Kitabın bitmesi ile beraber en azından çekilen acıların mutsuz da olsa artık son bulduğuna sevinmek mi gerektiğini kendime sorduğum bir ikilem bu. “Son Sığınak” bir roman değil. Yazarın üniversite son sınıf öğrencisi iken dağılma sürecindeki Yugoslavya’da Sırpların Boşnak Müslümanlara uyguladığı baskı ve tehdidin, devamında hiçbirimizin detaylarını bilmediği bir soykırıma dönüşünün hikâyesi. Daha doğru tanımlama ile yaşanmış acı anıları... Nuhanoviç ailesinin Sırp tehdidinden kaçmak için Vlasenica’dan başlayıp Srebrenitsa’da sona eren hayatta kalma mücadelesi öylesine acı yüklü ki anlatmam çok mümkün değil. Okurken inanın kanım çekildi diyebilirim. Srebrenitsa’da kuşatma altında her gün Sırpların aralıksız bombalı saldırılarının dışında açlığa karşı verilen mücadeleyi okurken yoruldum. Ben bugün okurken yoruluyorsam o günlerde bu zulmü yaşayanların acılarını anlamam gerçekten mümkün değil aslında. Yaklaşık 2 yıl kuşatma altında kaldıktan sonra BM’nin nihayet koruma altına alındığını ilan ettiği Srebrenitsa’da, Boşnakların dönemin Hollandalı BM askerleri tarafından Sırplara teslim edildiği bir soykırım ile sona eren dünya ahlaksızlığını okumak inanın sizi epey hırpalayacak. Bu satırları okurken Hasan Nuhanoviç’in çaresizliğini insanlığını yitirmemiş her yüreğin hissedeceğine eminim. Nuhanoviç bize gerçek bir tarih arşivi armağan etmiş. 357 sayfa boyunca Nuhanoviç ailesi ile birlikte aç kaldım diyebilirim. Bir altın bileziğin ancak birkaç kâse un ile değiş tokuş yapılabildiği, değersizleştiği, tek bir yumurtanın 10 Mark bedele satıldığı, hayatta kalmak için hemen herkesin insanlıktan çıktığı çok büyük dram yüklü bir eser Son Sığınak... Sırpların çoğumuzun boyutunu tam olarak bilmediği soykırımlarının kaynak kitabı. Okumalısınız...


NAMAZ AŞIKLARI
Ali Balkan
Işık Yayınları / 159 Sh


İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında okumak istediğim bir kitaptı. Hayatın o yorucu, boğucu koşturmasından bir nebze uzaklaşmak adına iyi gelir diye düşünmüştüm. Namazı hayatlarında özel kılan başta Peygamber Efendimiz (SAV) olmak üzere bazı sahabeler ve hak dostu insanların onu nasıl ikame ettiklerini anlatan samimi bir kitap gibi başladı. Namazın önemi, manevi kazanımları ile ilgili ruha hoş gelen örnekler ile devam eden eser bir yerden sonra Fethullah Gülen propagandası ile tamamlandı. Yazarımız aslında Fethullah Gülen’e ve onun kıldığı namaza methiyeler düzmek için Peygamber efendimizden başlıyor, sahabeler ile devam ediyor ve hacmin fazlasını Fethullah Gülen’e ayırarak onu bir anlamda namazın assolisti ilan etme garipliğine tutuluyor neredeyse. Kitaplığıma 2010 yılında girmiş. Şu an kitabı basan Işık Yayınları zaten kapatıldı. Yani satışı yok eserin. Kitabı aslında bir yerden sonra Devletin tüm organlarına sızmak adına zamanında nasıl topyekûn manevi bir sömürü hareketine girdiklerini müşahede etmek için yarım bırakmadan okudum diyebilirim. Ali Balkan’a; namazını övdüğü, neredeyse tek bir anını onsuz geçirmeyen bir insanmış gibi mertebelere yükselterek bize bu kitapla propagandasını yaptığı şahsın; devlet kademelerine sızmak için soruları çalmaktan, insanların özel hayatlarını deşifre ederek kasetlerle şantaj ve her türlü kul hakkını afiyetle yiyen organizasyonu kurmaktan, ticaret ve finans çalışmalarından ne zaman vakit bulmuş da o namazları kılmış diye sormak gerek! Hoş, Ali Balkan’ın da kim olduğu belli değil. Fethullah Gülen’in muhtemelen bu müstear isim ile kaleme alıp kendini ve örgütü için güzelleme yaptığı eserlerden biridir muhtemelen. Bu incelemeyi de tarihe ibret kaydı olması açısından buraya bırakalım.


 1984
George Orwell
Can Yayınları / 350 Sh

Orwell’in 1948 yılında tamamladığı eser, yazarın “Hayvan Çiftliği” adlı eseri ile birlikte en kült kitabı sayılır. Kimilerine göre bir ütopya, kimilerine göre ise gelecek ile ilgili bir korku senaryosu 1984… Kabul etmeliyim ki benim için geç kalınmış bir okuma oldu. Zaten Orwell ile tanışmama vesile olan “Hayvan Çiftliği” kitabı da geç okunmuşlardan biriydi benim için geçtiğimiz yıl. 1984 ne kadar hayalî gibi görünse de anlatmaya çalıştığı şeyin dozu daha düşük bir versiyonunu bugün aslında yaşıyoruz diyebiliriz. Tek gerçeğin ve amacın, koşulsuz iktidarda kalmak ve hükmetmek olduğu, bu güç uğruna her türlü özgürlüğün ve muhalif düşüncenin hain ilan edilerek yok edilmesine endeksli bir dünya Okyanusya… Her evde sizi kontrol eden, izleyen, düşüncelerinizi analiz eden bir tele ekranın, iktidarın dijital polislik görevini koşulsuz yerine getirmesi bir yerden sonra çokta hayalî gelmiyor aslında. Şu an içinde bulunduğumuz zamanda da hükmedenin fikrine karşı dile getirilenler “hain” yaftası yapıştırılarak servis edilmiyor mu bizlere? Gerçekleri yayınlamak yerine hükmedenin istediklerini bize yayınlayan Orwell’in tele ekranlarının benzerleri evlerimize konuk olmuyor mu her gün?

Gerçekliğin çarpıtılması ile ilgili toplumun aldığı tavrı bakın nasıl okuyoruz 1984’de:

Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zaman zarar görmüyorlardı. Çünkü bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu…

Yine halkın ezilen ve sömürülen tabakası olmasına rağmen sömürüldüğünün farkında olmayan proleterlerden bahsederken şunu okuyoruz:

Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kaderlerine terk edilmiş olan proleterler, dünyanın daha farklı olabileceğini kavrama gücünden yoksun bir biçimde kuşaklar ve yüzyıllar boyunca çalışacak, üreyecek ve öleceklerdir…

Winston’un işlediği düşünce suçu üzerinden 2+2’nin 5 ettiğine inanabilen bir işkence ve propaganda manzumesi ile sıfırlanan, buharlaşan hayatını Orwell’in kaleminden mutlaka okumalısınız. Unutmadan şunu da eklemek isterim. Kimin neden bu tip bir asparagas dedikodusu çıkardığını bilememekle birlikte; 1984, bugünün Pandemi salgınını falan anlatmıyor beyler bayanlar. Sadece tek bir satır olarak, dünyayı sömüren ülkelerin, insanları hızla öldürecek bir virüs üretebileceği düşüncesi geçiyor kitabın bir yerinde. Sadece bu satır üzerinden bir salgın ve salgının yarattığı yenidünya düzeni romanı falan değil yani bu kitap. Her kim bunu iddia ediyorsa kitabı okumadığından emin olabilirsiniz. Çok uzattığımın farkındayım ama titiz çalışması ile bize nefes ve ses olan Sayın Celal Üster’e de teşekkür etmeden olmaz. İyi ki böyle titiz, eli öpülesi çevirmenlerimiz var…



 KÜLLERİN GÜNÜ
Jean Christophe Grange
Doğan Kitap Yayınları / 280 Sh

Grange kitaplarını yorumlarken adet olduğu üzere bir Grange hayranı, takipçisi olduğumu belirterek başlayayım. Yakın zamanda okuduğum “Son Av” eserinden sonra yeni çıkan “Küllerin Günü” eserini de arayı uzatmadan okumak istedim bu kez. Grange; Amir Niemans ve yardımcı polis memuru Ivana ile karşımızda yine. Açıkçası Grange bu eserde heyecan dozunu epey düşük tutmuş. Olayların daha soluksuz hale geldiği kısımlar 200. sayfadan başlıyor. Zaten eserde 280 sayfa olunca bu durum sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Ancak bu düşük heyecan dozu beni çok olumsuz etkilemedi. Zira yazarın sürekli bir cinayet sahnesi okutmak yerine daha ağır bir giriş gelişme kısmı denemesi yapmasını olumlu bile buldum diyebilirim. Grange hayranları olarak beğeni çıtamızın epey yüksek noktada olması yazar için büyük risk. Bunu kabul etmek gerek. O da bir insan ve her kitapta aynı kurguyu, şaşırtmayı yapması bizim için çok mümkün değil. Bizi bu zor beğenenler odasına kilitleyenlerin başında kendisi geliyor çünkü. Ben mükemmel olmasa bile yine de Grange temel standartlarını karşıladığını düşünüyorum kitabın. Tüm kitaplarını okumuş biri olarak yazıyorum bunu. Amir Niemans ile bayan memur Desnos arasında bir yakınlaşma olmamasını da “çok şükür klişenin birini yaşamadık” diye artı puan hanesine yazıyorum. Ivana karakterinin üzüm şırası tankından sağ salim kurtulması, Niemans ile Ivana’nın bir sonraki kitapta da bize konuk olacaklarının göstergesi sanırım. Grange severler zaten mutlaka okurlar ama yazarla ilk tanışacaklara halen “Kızıl Nehirler” ve “Kurtlar İmparatorluğu” kitaplarını öncelikli tercih etmelerini altını çizerek öneririm.



 MAHALLE KAHVESİ
Sait Faik Abasıyanık
İş Bankası Yayınları / 134 Sh

Sait Faik Abasıyanık’ın eserleri içinde en çok bahsedilenidir Mahalle Kahvesi. Eğer diğer eserlerinin birçoğunu okuduysanız mutlaka Mahalle Kahvesi’ne uğramanız icap edecektir. Eserde 22 öykü yer alıyor. Yine içinizi ısıtacak keyifle okuyacağınız kısa öyküler. Yine keşke öykünün devamı olsa diye hayıflanacağınız bir Sait Faik tarzı klasikler… “Mahalle Kahvesi” öyküsünde; aforoz edilmiş bir genci, “Plajdaki Ayna”’ öyküsünde; zeytin ağacının altında oynayan bir çocuk ile başlayan sohbetin keyfini sürerken devamında gelişen dramı, “Dört Zait’” öyküsünde; yolda yürürken sigara yakılan, adres sorulan, yardım istenen adam olmanın iyi mi kötü mü olduğunun içsel savaşını, “Baba Oğul” öyküsünde; hangi evladın hayırlı olduğunun vurucu sorusunu, “Bilmem Neden Böyle Yapıyorum” öyküsünde; çalmayan hırsızın hayat ile enfes dalgasını, “Gramofon ve Yazı Makinesi” öyküsünde; hayata yenik düşmüş insanların ipuçlarını radyoya yenik düşmüş Gramofonun hüzünlü hikâyesi üzerinden anlatışını, “Sakarya Balıkçısı” öyküsünde; dere balıklarının orta direk lezzeti üzerinden Muharrem’in gizemli hayat kesitini, “Kestaneci Dostum” öyküsünde; garibanın azimle çalışmasının bu coğrafyada neden daha sonra garibanı yoldan çıkaran bir kadere dönüştüğünü okuyacaksınız. Tabi bu yorumlar okurken bende uyanan düşünce kırıntıları. Siz de farklı duygular uyandırabilir Sait Faik… Bir anlamda keyifle okuduğum hikâyelerin başlıklarını da yazmış oldum bu inceleme ile. Kitabın sonunda Orhan Veli’nin 1950 yılında Yaprak dergisinde Sait Faik için kaleme aldığı yazı var. Bu yazı da keyifle okuyacağınız; “Sait Faik kimdir?” sorusuna verilmiş belki de en güzel cevaplardan birisi kuşkusuz…


 SON AV
Jean Christophe Grange
Doğan Kitap Yayınları / 300 Sh

Bizi kendisine sıkı sıkı bağlayan romanlarından Kızıl Nehirler ’de yer alan kahraman polisimiz Niemans’ın sahne aldığı Son Av; Grange hayranlarının öyle ya da böyle mutlaka okuyacakları bir polisiye roman. Koşulsuz Grange hayranlarından biri olarak her yeni çıkan kitabını tereddütsüz kitaplığıma kattığım yazarın bu eserini de keyifle okudum. Tamam, kabul ediyorum ki Grange’nin sizi soluksuz bırakan bir adrenalin bombası değil bu eser. Ama yine de okunabilir bir Grange eseri. Geçmişi Nazi Almanya’sına giden garip bir sülalenin, kendi mülkleri olan ormanlarında yaşanan insan avı cinayetlerinin perdesini aralamaya çalışan Niemans’ı bu kez çok zeki görmüyoruz eserde. Cinayetlerin sebebi çözülse de itirafı yapan, detayları anlatan failin intiharı bir anlamda yazarın yeni eserinde muhtemelen sır perdesine devam edecek bir romana dönüşeceğinin ipuçlarını veriyor bize. Oldum olası polisiye romanlarda ayrı ülke vatandaşı polis memurlarının klişe yetki tartışmalarını okumaktan hoşlanmadım. Grange’de bu eserinde bolca Alman-Fransız yetki dalaşını soslamış kitabında. Özetleyecek olursak; heyecan dozu biraz düşük olsa da Grange severler okuyacaklardır.


TOSUN BANK
İsmail Saymaz
İletişim Yayınları / 143 Sh

Açıkçası okuduktan sonra aman aman bir araştırma eseri olmadığına şahit oldum. İsmail Saymaz PC başında internetteki haber kupürlerini derleyerek 1-2 günde baskıya verilmiş bir eser hazırlamış gibi... Ben Çiftlik Bank yapısının geçmişinin, insanları mağdur eden detaylarının sosyolojik olarak da incelendiği bir eser olduğunu düşünerek alıp okudum. Ancak bitirdiğimde yavan ve emek verilmemiş bir piyasa kitabı ile karşılaştım. 140 sayfa boyunca İsmail Saymaz bir dolandırıcılıktan bahsediyor ama örnekleme yok. Sisteme yıllar boyu toplam para yatıran kişi sayısı 132.222 kişi. Çiftlik Bank davasında mağdur kişi sayısı 3.762 kişi!  Yani 140 sayfa boyunca bizi çok büyük bir dolandırıcılık girdabında gezdirdiğini iddia eden bu kitaba göre mağdur sayısı yaklaşık sadece % 3 Bu sizce de komik ya da garip değil mi? % 97 oranında sistemden zarar görmemiş hatta para kazanmış bir dünya insan olduğu gerçeği var. Amacım bu tip emek vermeden para kazanma hayallerine güzelleme yapmak değil. Ama kesinlikle Çiftlik Bank olayının perde arkasında başka şeyler var ve bu kitap bunu anlatmıyor. Birden başlayan soruşturma, hesapların blokesi, mal varlıklarına el konulması mağdur olan % 3’lük dilimin haklarını karşılamamış mı bunu da merak ediyorum açıkçası. Dediğim gibi, beni tatmin etmedi ve Tosuncuğun kimi nasıl dolandırdığını da hala anlamış değilim. Popüler gündem konu soslu bir ticari kitap hazırlamış Sayın Saymaz.


SIRÇA KÖŞK
Sabahattin Ali
Dekalog Yayınları / 265 Sh

Gerçeklerin sokaktaki sade vatandaş olarak nitelediğimiz insanlara ulaşmasından çok korkanlar şüphesiz Sabahattin Ali’nin katilleridir. Ali’ye fikirleri yüzünden zulmedenlerin, yok saymaya çalışanların bizlere sunduğu tek bir değer olmadı. Ama yok saydıkları Sabahattin Ali’nin eserleri yazıldığı dönemin üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen hala okunuyor. Okunmaya da devam edecek. Çünkü gerçeklerin saklanması, üstünün örtülmesi hiçbir zaman mümkün değil. Sırça Köşklerinin o kartondan duvarlarına güvenip insanlığı sömürenler için bugün çok daha fazla Sabahattin Ali’lere ihtiyaç var. Zamanında yasaklanmış bu eserin içinde 13 Öykü ve 4 Masal yer alıyor. Hikâyelerin hemen hepsi sömürülen, adam yerine konulmayan o mazlum Anadolu topraklarının dramını barındırıyor. Bir de bu coğrafyada sömüren tarafın aymazlığını… Bugün 2021 yılında bile bazı şeylerin 1945 yılındaki gibi olması insanı deli ediyor. Böbrek ve Cankurtaran hikâyelerini okuduğunuzda ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Hikâyelerin hemen hepsi bizden sahneler. Ve her ne kadar hikâyede olsalar aslında düpedüz tokat gibi gerçekler. Ali’yi vurmakla bu gerçekleri öldüremediler. Bugünde daha fazlası ile hayatın içinde olan bu gerçekler bizi tokatlamaya devam ediyor. Ama Sırça Köşk mensuplarında değişen bir şey yok!



ATATÜRK BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU
Lord Kinross
Altın Kitaplar Yayınları / 529 Sh

Atatürk hakkında bugüne kadar birçok eser okudum. Hemen hepsinden milli mücadele dönemine ait yeni şeyler öğrendiğimi ve istifade ettiğimi söylemeliyim. Ancak Atatürk’ü; onunla birlikte olmamış yabancı bir tarihçinin kaleminden okumak açıkçası çok daha heyecanlı bir yolculuktu benim için. Lord Kinross’un eserini okuyup bitirdiğinizde kesinlikle objektiflik sınırlarına riayet etmiş bir tarihçi disiplinini hissediyorsunuz. Bugün belki birçok eser var Atatürk’ü anlatan. Kimisi yaptığı devrimleri ön plana çıkaran, kimisi vatanı kurtaran bir milli mücadele dönemini ön plana çıkaran eserler. Kinross ise Mustafa Kemal’i sadece bir asker ve milli mücadele kahramanı değil, bir insan olarak peki ala olabilecek hataları ile de kaleme alan müstesna bir eser bırakmış bizlere. Atatürk; yaşadığı dönemde bugün onu hadsizce eleştirenlerin eleştirdikleri şeyleri milletinden saklayan takiyye yapan bir lider değildi. İşte Lord Kinross tam da bunu hepimizin gözüne sokuyor. Atatürk düşmanlarının tabi ki alıp okuyacaklarını düşünmüyorum. Çünkü yobaz insan zaten okumaz. Dedikodudan beslenir ve fikir sahibi olduğunu zanneder. Evet, Atatürk çok alkol içerdi. Bunu da kimseden saklamaya çalışmazdı. Zaten az içseydi, sağlığını kaybetmeseydi, Türkiye onunla beraber bir 10-15 yıl daha geçirebilseydi bugün her şey çok daha güzel olurdu eminim. Bu milletin yeniden doğuşu Atatürk önderliğinde onun idealist ve vatan sevgisi taşıyan silah ve siyaset arkadaşları ile mümkün oldu. Eseri okuduğunuzda bunu bir kez daha net olarak anlamış olacaksınız. Ciltli bir baskısını kitaplığımızda bulundurmaktan çok mutluyum. Çevirisini yapan Sayın Necdet Sander beyefendi de ayrıca büyük teşekkürü hak ediyor.



 HÜR ŞEHRİN İNSANLARI
Kemal Tahir
Bilgi Yayınları / 766 Sh

Kemal Tahir’in Çorum Cezaevinde iken kaleme alıp tamamladığı roman yazarın hayatta iken yayınladığı bir eser değil. Eseri okuyunca açıkçası yayınlamamasını isabetli bulduğumu söylemem gerek. Kemal Tahir diğer başka eserlerine altlık çalışması yapmış gibi geldi bana bu eserinde. Sizi sürükleyecek bir konu yok. Açıkçası cezaevinde iken kadınsızlık başına vurmuş gibi bir pozisyona düştü gözümde sevdiğim yazar. Eserin ilk yüz sayfasında Murat’ın sefil ve yoksul hayatını, bu hayat içinde iken bile insana ait güzel hasletlerin numunelerini görüp güzel bir Kemal Tahir eseri diye umutlandım. Ancak sayfalar ilerledikçe Murat ile birlikte kimin eli kimin cebinde misali zamparalık hikâyesine dönen bir romana dönüştü eser. Hoşuma gitmedi. Eserdeki hemen hemen tüm kadınlar Murat ile yatak fantezisinde. Eserin sonlarına doğru Serbest Fırka’nın kuruluş süreci ile ilgili ciddi bir Atatürk eleştirisi de var. Belirli diyaloglar, konuşmalar, karakterler, düşünceler değerli ama kitabın genelindeki o dozu gereksiz cinsel hava tüm bu olumlu detayları silip süpürüyor. Sevdiğim bir yazar Kemal Tahir. Ama sevdiğim ve iyi bir yazar diye her kitabını övecek değilim şüphesiz. “Hür şehrin insanları” Murat karakteri ile yatmak için uğraşıp didinen kadınlar ile Murat’ın o kahvedeki mazlum halinden çıkıp iş bulunca zamparalıkta Nirvana’ya ulaşma hikâyesi... Bunun dışında esere bir değer katma çabalarındaki yorumlara gülüp geçiyorum.


 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI TARİHİ
Basil Liddel Hart
İş Bankası Yayınları / 600 Sh

Öncelikle şunun altını çizelim. Yazar, Birinci Dünya Savaşına gönüllü olarak katılmış bir İngiliz. Ordudan ayrıldıktan sonra askeri tarih ve stratejileri alanında eserler vermeye ömrünü adamış biri olarak nitelendiriliyor. Yani Tarih ilminin kendine has metot ve disiplini ile ilgili bir eğitimi yok. Nihayetinde emekli bir ordu mensubu... Bu nedenle eseri bir tarihçinin süzgecinden geçmiş kaynak kitap gibi görmüyorum. Başucu kitabı olarak da nitelendiremem. Savaş tarihinden ziyade cephedeki manzaraların, stratejilerinanlatıldığı bir eser okuyacaksınız. Ziyadesi ile sizi sıkıp boğacak taaruz detayları, yarma harekâtları, tümenlerin pozisyonlarını ne diye okuyorum bile diyebilirsiniz. Ben öyle dedim okuyup bitirdiğimde. Çok mekanik, sizi sarıp sarmalamayan belki de sadece bu denli uzun soluklu bir savaşa katılmış insanların daha bir merakla okuyabilecekleri kitap olarak görüyorum. Kara kuvvetleri askeri stratejilerine meraklı olanlar da zevk alabilir. Sadece Çanakkale cephesinin anlatıldığı yani içinde Türkiye’nin yer aldığı bölümü daha bir merakla okuyorsunuz. Kaldı ki bu bölümde çok üstünkörü anlatılıp geçilen bir bölüm olmasına rağmen eserin geneli çok boğucu olduğu için nefes alma imkânı bulmuş oluyorsunuz. Kitaba başlarken; peşine aynı yazarın 2.Dünya Savaşı Tarihi eserini de okurum diye düşünüyordum ama yeter… İkincisini okuyabilme tahammülü gösterebilmem için kendimi şarj etmem gerekiyor. Çok emek verilmiş bir eser olduğu gerçeğini inkâr etmemekle beraber tarih okumayı seven de biri olarak keyifsiz sıkıcı bir okuma oldu benim için.