Site Haritası

2022 Yılı Okudukları (33)



 BENİM ÜNİVERSİTELERİM
Maksim Gorki
İş Bankası Yayınları / 168 Sh

Maksim Gorki’nin “Çocukluğum” ve “Ekmeğimi Kazanırken” adlı eserlerinden sonra üçlemenin son halkası Benim Üniversitelerim… Üçlemenin ilk iki kitabını okumadan son kitabı okuyup yorumlamak belki çok sağlıklı olmayabilir ama ben bu eser özelinde bir değerlendirmede bulunmaya çalışacağım. Otobiyografi olarak değerlendirilen üçlemenin bu son eserinde yazar; toplum dışına itilmiş kesimden seçtiği karakterler ile dönemin Rus toplumunu ve devrime giden sürecin insan manzaralarını sunuyor okuyucuya. Eserde klasik dünya edebiyatında alıştığımız temel bir konu üzerinden kurgulanmış bir akış yok. Gorki’nin bu eserini Kazan üniversitesinde okumaya giden Maksimiç karakterinin, hayatlarına konuk olduğu insanlar ve yaşamları üzerinden sosyolojik bir denemesi olarak görüyorum. Hemen hepsinde izbe ve kötü yaşam koşullarına sahip karakterleri konuk ediyoruz zihnimize. Bu karakterler üzerinden toplumu, devleti ve adaleti sorguluyoruz. Karakter ve mekânların sürekli değişmesi yani bir anlamda dağınıklığı sebebiyle olsa gerek eserden çok etkilendiğimi söyleyemem. Rus toplumunda sosyal devrime giden süreç açısından belki de en önemli kitaplardan biri olan Benim Üniversitelerim tabi ki okunabilir bir klasik.




 HALİDE EDİB
İpek Çalışlar
Yapı Kredi Yayınları / 503 Sh

Bugüne kadar okuduğum en kapsamlı ve tarafsız hazırlanmış biyografi türü olarak değerlendiriyorum. İpek Çalışlar’ı tebrik etmek gerekiyor. Çünkü biyografisi için yola çıktığı Halide Edib Adıvar’ın hayatı birçok bilinmeyeni ve gizemi barındırıyor. İpek Çalışlar yaptığı titiz araştırmalar sonucunda bu durumun hepimizden daha fazla farkına varmış olacak ki esere “Biyografisine Sığmayan Kadın” adını vermiş. Eser Halide Edib hakkında öğrenebileceğiniz en tarafsız ve donanımlı bilgileri içeriyor. Halide Edib’in kendi kaleme aldığı ancak Türkçeye çevirirken birçok detayı değiştirdiği “Türkün Ateşle İmtihanı” adlı eserini okumuş biri olarak belirtiyorum bunu. Yani Halide Edib’in kendi anılarında bizden sakladığı birçok şeyi İpek Çalışlar’ın bu eseriyle okumuş olacaksınız. Kitabı bitirdiğinizde yine de bazı şeylerin halen eksik olduğunu hissedeceksiniz. Bence İpek Hanım da bu nedenle “Biyografisine Sığmayan Kadın” notunu düşmüş olmalı. Halide Edib’i bir Edebiyatçı olarak, bir öğretmen olarak, bir Milli Mücadele neferi olarak, bir anne olarak, bir aydın olarak, bir kadın olarak, bir âşık olarak, bir muhalif olarak sindire sindire okuyabileceğiniz bir eser. Açıkçası Halide Edib Adıvar denilince Atatürk ile olan ilişkisindeki gelgitler hep kafamda soru işareti olarak duruyordu. Kitabı bitirdiğimde Halide Edib Adıvar’ın karakteri ile ilgili farklı duygulara kapıldım. Ezilmiş olana karşı bir hak savaşçısı olarak yaşamış ve fikirlerini bu doğrultuda ifade etmiş bir insan var karşımızda. Ancak sanki bunu yaparken hep bir sevgi eksikliği göze çarpıyor. Örneğin Türkiye’de komünizmin öcü olarak görüldüğü, bu fikri ve siyaseti benimseyenlerin zulüm gördüğü bir atmosferde Nazım Hikmet’in hapisten çıkması için girişimlerde bulunan ve bunu dert edinen bir Halide Edib okuyoruz. Kaldı ki kendisinin bu fikir ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Böylesine duyarlı bir ruh halini okurken torunu Ömer’i bir kez bile kucağına alıp sevmeyen bir babaanne figürü de görüyoruz. Ben açıkçası Halide Edib’in hep yönetmek, ön planda olmak, farklı olmak gibi bir hayat felsefesi olduğunu düşündüm eseri bitirdiğimde. Yani samimiyeti konusunda soru işaretlerim oluştu. Kendinden başka kimseyi sevmeyen bir ruh hali hakim olmuş hayatına sanki. Bence Atatürk’e olan muhalif düşüncesinin altında da bu yatıyor olabilir. Ayrıca anılarını İngilizce olarak yazdığında Atatürk ve devrimleri hakkında ağır eleştiriler yapan, onu diktatör olarak değerlendiren Halide Edib neden kendi yazdığı eseri Türkçeye çevirirken bu muhalif fikirlerini makaslama ihtiyacı hissetti? Kötü anılmamak mı? Korkaklık mı? Samimiyetsizlik mi? Bilemedim. Halide Edib Adıvar ile ilgili bir eser okumak istiyorsanız kendi yazdığı değil kesinlikle bu tarafsız ve emek verilmiş İpek Çalışlar’ın kitabını okumalısınız.



 DURMAYALIM DÜŞERİZ
Olcay Neyzi
İş Bankası Yayınları / 200 Sh

İş Bankasının Kültür Yayınları başlığı ile yayına hazırladığı seriden daha önce okuduklarım beni etkileyen okumalar olmuştu. Ancak bu eser için aynı düşünceleri paylaşamayacağım. “Bir Çocuk Doktorunun Not Defterinden” alt başlığı ile sunulan eserde aslında doktorluk mesleği üzerinden çalıştığı dönemlere ait bir Türkiye panoraması sunacağını zannediyordum Olcay Neyzi’nin. Ancak sadece ailesinden, yakın çevresinden, arkadaşlarından bahseden bir kitap ile karşılaştım. Anı türünde kaleme alınmış gibi olsa da bu türün hakkını verdiğini söyleyemem. Okuma sonunda Olcay Neyzi’nin hayatında tanıştığı kişiler ile kendisinin gözünden sunduğu bilgiler dışında kayda değer bir zenginlik yer almıyor. Sanki “Bende bir anılar eseri yazayım” demiş Olcay hanım. Tavsiye edeceğim bir eser olduğunu söyleyemem.



 BEYAZ GEMİ
Cengiz Aytmatov
Ötüken Yayınları / 168 Sh

Beyaz Gemi; iyiliğin kötülük karşısında kaybedeceğini haykıran bir roman kişisel görüşüme göre. Bir çocuğun temiz ve masum gözünden hayatın ne kadar acımasız olduğunu okuyucuları ile paylaşıyor Aytmatov. Kitabı okurken en kötü karakter olan Orozkul’a dayanamıyorsunuz. Ayrıca çocuğun hayattaki tek sığınağı olan Mümin dedesinin kötüye karşı iyi kalma dozu da açıkçası beni okurken çok sıktı. Yazarın kötüye karşı iyi olmaya çalışıp iyi olanın hayallerini yıkan bir Mümin dede karakterini yaratırken ne amaçlamış olduğunu çok anlamlandıramadım. Bu kadar dram dozu yüksek, bir anlamda hayatın gerçeği ile çokta bağdaşmayan romanlar beni bunaltıyor. Hiçbir iyinin bu kadar kötülüğe razı gelmeyeceği de bir hayat gerçeği ama maalesef bizim coğrafyamızda dramın dozunu ne kadar arttırırsak o kadar iyidir anlayışı genel bir kabul gibi duruyor. Kötü bir eser mi? Tabi ki hayır! Ama sanırım kırklı yaşlardan sonra böyle eserleri okumak beni bayıltıyor.



 BİR ZANAATLA BEKLENMEDİK KARŞILAŞMA
Stefan Zweig
İş Bankası Yayınları / 59 Sh

Stefan Zweig bu kez bir yankesiciyi gözlemliyor. Sizi bu yankesicinin, eserdeki ifadesi ile sanatında başarılı olabilmesi için yaşadığı olağanüstü heyecana, drama ve riske davet ediyor. Hikâyeyi, yankesiciyi gözlemlerken onun yerine hırsızlığı başarmaya odaklanmış bir ruh haline bürünen kahramanımızın gözünden okuyoruz. Bu kadar kısa hacimde seçtiği konu ile yine sizi şaşırtmayı başarıyor Zweig.




 ŞAHMERDAN
Sait Faik Abasıyanık
İş Bankası Yayınları / 141 Sh

Sait Faik okumak; yalnızlaşmak, kuytu köşelere sinmek, kimse ile konuşmamak gibi bir duygu. Her okuduğumda aynı şeyi hissediyor buluyorum kendimi. Yarım kalmış bir şeylerin eşelenip yine tamamlanmadan ve tamamlanması için gereken gücü bulamadan yarım bırakılması, üstünün örtülmesi gibi bir eylem Sait Faik okumak. Birçok öyküsünde aslında ne düşündüğünü neyi vurgulamak istediğini saklayan, gizleyen bir yönü var yazarın. Sanırım Sait Faik’i farklı kılan da bu. Size muhteşem etkileyici hikâyeler vadetmiyor. Ama yine de okumadan edemiyorsunuz. Şahmerdan eseri de bu şekilde. İçinde yine sizi alıp götürecek hikâyeler olduğu gibi “bunu da ne diye yazıp kitaba eklemiş” diyeceğiniz hikâyelerin de olduğu klasik bir Sait Faik Abasıyanık dünyası. Sait Faik okumayı benim gibi zaruret görenler mutlaka yine kayıtsız kalmayacak ve okuyacaklardır şüphesiz.



 ULUÇ REİS
Cevat Şakir Kabaağaçlı
Bilgi Yayınları /475 Sh

Halikarnas Balıkçısı adıyla da tanıdığımız, Bodrum’a ve denize âşık, Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olan yazarın okuduğum ilk kitabı. Bir sahaf dükkânından aldığım Ekim-1980 tarihli basımını okudum. Bilgi yayınevine ait bu basımda yazı puntoları çok çok küçük. Bu açıdan ziyadesi ile gözlerimin yorulduğu bir okuma oldu. Yazarın denize âşık biri olduğunu hatırda tuttuğumda Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahip Uluç Ali Reis ile ilgili bir roman okumanın keyifli olacağını düşündüm kitabı satın alırken. Bir roman tadında başlayan eser bir süre sonra roman formatından sıyrılıp bir tarih kitabına dönüşüyor. Bu açıdan eseri genel bütünlüğü ile değerlendirdiğimde keyif aldığımı söyleyemem. Yazar; Uluç Ali karakteri üzerinden bir kurgu oluşturmaya çalışmış ama sanki “yazdıkça değerlendiririm” düşüncesi ile yarı yolda tıkanmış gibi. Uluç Ali’nin eserin başlangıcında küçük bir çocukken bir gemiye sığınarak keyifli başlayan hikâyesi Osmanlı tarihindeki önemli deniz savaşlarının öncesi ve sonrasının ayrıntılarına dönüşen tarih kitabına dönüşüyor. Dozu oldukça yüksek bir milliyetçilik tadında ve hoşuma gitmeyen gereksiz zorlama değerlendirmeleri de teraziye koyduğumda beğenmediğim bir eser yorumunu yapabilirim.




 ÜÇ BÜYÜK USTA
Stefan Zweig
İş Bankası Yayınları / 227 Sh

Stefan Zweig gibi müthiş bir yazarın gelmiş geçmiş en iyi yazarlardan bazılarını “üç büyük usta” olarak değerlendirip ölümsüzleştirmesi başlı başına bir takdir sebebi açıkçası. Dickens, Balzac ve Dostoyevski için yazılmış belki de en itibarlı ve samimi biyografi denilebilir. Kendisi de müthiş bir yazar olmasına rağmen açıkçası kendi meslektaşları olan bu yazarları bu denli övmesi Zweig’in ne kadar mütevazı bir insan olduğunun da kanıtı gibi. Üç büyük usta olarak nitelediği yazarlar içinde Dostoyevski’ye ayrı bir paragraf açıyor Zweig. Sanki onun eserleri ile nefes almış gibi bir değerlendirme hâkim. Şahsen benim de Dünya edebiyatında ilk sıraya koyduğum ve tüm yazarlardan farklı gördüğüm bir dâhidir Dostoyevski. Zweig’de modern klasiklerdeki en sevdiğim yazarlardan biri olunca daha farklı bir hisle okudum Dostoyevski hakkındaki satırlarını. Sanki dünya üzerinde Dostoyevski’yi ve onun özelinde Rus halkını, kültürünü sadece Zweig anlayabilmiş gibi bir dil hâkim bu satırlarda. Eser çok kıymetli ancak zaman zaman efsanevi ve ulaşılamaz bir tanrılaştırmaya kadar giden değerlendirme ve betimlemeler var. Bu doz biraz beni sıktı diyebilirim. Yani bu yazarları daha nasıl öve bilirimin sınırlarında dolaşmış yazar. Bu nedenle muazzam bir tat almadım okurken. Ama bu durum okunması gereken bir eser olduğu gerçeğini değiştirmiyor.



 ÖLÜMCÜL YUMURTALAR
Mihail Bulgakov
İş Bankası Yayınları / 124 Sh

Persikov adındaki zooloji profesörünün keşfettiği bir kızıl ışının yol açtığı felaketleri konu alan, bilimkurgu türü olarak nitelendirebileceğimiz başarılı bir Bulgakov eseri… Canlı organizmaların üreme hızlarını inanılmaz şekilde artıran bu ışın aynı zamanda canlıların boyutlarını da devleştirir. Henüz sonuçları Persikov tarafından analiz edilmemesine rağmen ülkede yaşanan ve tavukları telef eden bir salgına çare olarak bu ışın ve düzeneğinin devlet emri ile kullanılması yönündeki karar felakete giden sürecin fitilini de ateşler. Mihail Bulgakov, yaşadığı dönemde rejime yönelik sert eleştirileri nedeniyle aslında yok sayılan ve döneminde hak ettiği değeri görmemiş bir yazar. Ölümcül Yumurtalar eserinde de bilim insanı Persikov’un buluşunun iktidar tarafından kötüye kullanılmasını işleyerek üstü kapalı bir rejim eleştirisini yine yapıyor Bulgakov. Persikov ile temasa geçen kişilerin bağlı olduğu kurumların başı “Kızıl” kelimesi ile başlıyor. Yazarın hiciv geleneğini sürdürdüğünü bu eserde de görüyoruz. Çok daha uzun bir kurguda kült bir bilimkurgu eseri olabilecek kapasiteye sahip bir konusu var eserin. Sıkılmadan keyifle ve merakla okuyabileceğinizi düşünüyorum.



 UYSAL KIZ
F. M. Dostoyevski
Can Yayınları / 77 Sh

Hayatı rehinecilik yaparak geçen ana karakterin ağzından okuyoruz bu öyküyü. Karısının cansız bedeninin başında bekleyen ana karakter; öyküye adını veren Uysal Kız ile tanışmasını, evliliğe giden süreci ve dramatik bir son ile biten ilişkilerini psikolojik bir buhranla anlatıyor. Okuduktan sonra “evet bu öyküyü Dostoyevski yazmıştır” diyeceğinize eminim. Dostoyevski’nin çok güçlü karakterlerinin alt yapısı gibi eser. Küçük hacimli ama karakterin kendisi ile hesaplaşması, suçlaması, haklı görmesi, küçümsemesi, böbürlenmesi… İnsana dair hemen her aşırı duygunun patlamasını yaşayan karakterin umutsuzlukla biten hazin sona ait yorum ve değerlendirmeleri çok başarılı. Yazar bir ölünün başucunda hepimize “Durun bir dakika anlatacaklarım var” diyerek eseri sonuna kadar bir çırpıda okumanızı istiyor. İnsanoğlunun iletişim kurmazsa ne hale geleceğinin dramatik bir öyküsü özetle kitap. Konuşmak, sormak dururken karşı tarafın kendi boğulduğumuz vesvese girdabına davet etmek bunu beklemenin acı hikâyesi...



 ÇUKURDA
Anton Çehov
İş Bankası Yayınları / 51 Sh

Ukleyevo adlı çukurda kalan bir bucakta geçen kısa bir öykü ile karşımızda ünlü yazar. Görünürde bakkal işleten ancak aslında daha çok neye ihtiyaç varsa onun ticaretini yapan Grigori adındaki yaşlı aile reisi ana karakterimiz. İki oğlu, iki gelini ve ikinci karısı ile yaşayan ailenin küçük bir yaşam kesitini okuyoruz kitapta. Sonu yaşlı Grigori için felaketle sonuçlanan bu kısa öykü için tavsiye kelimesini çok kullanmak istemiyorum. Yani mutlaka okunması gereken bir Çehov eseri kesinlikle değil. Kitapların arka kapaklarındaki şu abartı değerlendirme notlarına da hastayım ayrıca! Mesela arka kapağa bakarsanız Çehov bu eserinde; yoksul köylüler ile dükkân sahipleri ve fabrikatörler arasındaki derin uçurumu sorguluyormuş! Erk sahiplerinin bu uçurumu giderek derinleştiren tamahkârlığını ve ikiyüzlülüğünü, mujiklere yönelik vicdansız tutumunu mizahı da elden bırakmadan gözler önüne seriyormuş! Peh peh peh… Hadi oradan diyorum bende. Bu kitabın 50 sayfada bunu anlattığını düşünen kimse karşılıklı bir sohbet etmek isterdim!



 TARİKAT SİYASET TİCARET
Uğur Mumcu
Umag Yayınları / 156 Sh

24 Ocak 1993 yılında haince katledilen Uğur Mumcu’nun tüm yazdıkları her dönem okunabilir ve okunmalıdır da… Yazarın 1987 ve 1988 yıllarında kaleme aldığı köşe yazıları içinden tarikat, siyaset ve ticaret ana eksenli olanlarının derlendiği algısı var ama daha çok Anavatan Partisi ve Başbakan Turgut Özal’lı yıllara ait günlük siyasi gelişmelere ait yazıların ağırlıkta olduğu bir kitap bu. Açıkçası özellikle tarikatlar ile ilgili çok doyurucu ve zengin köşe yazıları olduğunu söyleyemem. Kitap ismindeki bu başlık daha çok ilgi çekme amacı gibi duruyor. Ancak Uğur Mumcu’nun yaşadığı dönemde tarikatlar ile ilgili yaptığı cesur araştırmaları biliyoruz. Kaldı ki Mumcu dışında buna cesaret edebilen gazeteci de yok gibi bir şeydi. Bu araştırmaların daha ayrıntılı olanlarını başka yazılar ve kitaplarında buluyoruz Mumcu’nun. Ancak başta da belirttiğim gibi Uğur Mumcu hep okunmalı ve okutulmalı. Kitabı bugün okuduğumuzda dönemin günlük siyasetine ait gelişmelerin yer aldığı yazılar doğal olarak sizi sıkıyor. Bugün için de değişmeyen aynı siyasi hastalıkların, yolsuzlukların 1987-88 yılı versiyonlarını okumak yine de faydalı.



 CLARISSA
Stefan Zweig
İş Bankası Yayınları / 177 Sh

Stefan Zweig’in hayatta iken tamamlamadığı ve 1981 yılında gün yüzüne çıkan notlarının yayınevi tarafından derlenerek basıldığı belki de son eserinin taslağı diyebiliriz Clarissa için. Her ne kadar yayınevinin kurguya çok fazla müdahale ettiğini düşünmüyor olsam da belki Zweig yaşasaydı tuttuğu notları farklı bir kurgu ile romanlaştırabilirdi diye de düşünüyorum açıkçası. Zweig belki de yaşasaydı Clarissa’yı savaş karşıtı biri olarak en uzun hacimli eseri olarak okuyabilirdik. 1902 yılından 1.Dünya savaşının sonuna kadarlık bir zaman dilimine yaydığı eserinde bir subay kızı olan Clarissa’nın hayatı üzerinden okuyoruz romanı. Clarissa’nın babası Yarbay Schuhmeister, manastırda tanıştığı arkadaşı Marion ve anlaşmalı evlilik yaptığı Brancoric karakterleri de başlı başına roman konusu olabilecek karakterler. Stefan Zweig eserlerindeki temel tadı yine alacaksınız. Ancak eserin sonuna geldiğinizde yarım kalmış buruk bir tada dönüşecek eser. Kitap aslında bitmiyor. Muhtemelen uzun soluklu devam edecek bir eser olacaktı Zweig’in kafasında. Bundan yüzde yüz eminim. Yarım kalmış, tadı buruk bir eser olsa da okunmasını tavsiye ederim. Çünkü Stefan Zweig bu gezegenin gördüğü en büyük yazarlardan biri.



 BİR KUZEY MACERASI

Jack London
İş Bankası Yayınları / 51 Sh

Kesinlikle Jack London hayranı kitapseverlerden biriyim. Ancak bu hayranlığın etkisi ile esere iltimas geçemeyeceğim. Hemen her okuyanın ilk 15-20 sayfasında hafakanlar geçirdiği sonrasında bir sürükleyiciliğe kavuştuğu Bir Kuzey Macerası, okumasanız da olur sınıfında benim için. Hepi topu 44 sayfa olan bir eserin yarısı “ne anlatıyor bu London” dedirtmişken kalan yarısındaki efsanevi hikâye tadında kaleme alınmış bir aşk kavgasını da övmeye gerek yok. London’un bu eserini beğenip abartacaksak bir “Martin Eden” “Vahşetin Çağrısı” Beyaz Diş” eserlerine ne diyeceğiz? London’un bir eskiz çalışması olduğunu düşündüğüm Bir Kuzey Macerası tabi ki küçücük hacmi ile 1 saat içinde okuyup bitirebileceğiniz bir eser. Ama mutlaka okunması gereken birçok London eserinin yanına yaklaşamaz. Karar sizin…



 BUDDENBROOKLAR
Thomas Mann
Can Yayınları / 831 Sh

Daha önce Thomas Mann’ın “Lotte Weimar’da” adlı eserini okumuştum. Bu eser okuma serüvenlerim içindeki en kötü okumalardan biri olmuştu. Kitabın hacmine bakarak acaba yine bir Thomas Mann çilesi mi çekeceğim tereddüdüne kapılmadım değil. 1929 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanmış bir eser olması okuma kararımda olumlu bir etki yaptı. Tereddütler içinde okumaya başladığım eserin ilk bölümünde; çöküşünü anlattığı Buddenbrook ailesinin ilk kuşağına ait karakterlerin okuyucuya tanıtılması hâkim. Bu bölümde kafamdaki olumsuz yargılar peşimi bırakmadı diyebilirim. Ancak ikinci bölümden itibaren dönemin klasik eserlerindeki tadı almaya başladım ve kitap daha sevecen bir hale büründü. Eseri kurgu dozu yüksek, büyük bir heyecan fırtınası vadediyor anlayışı ile okursanız hayal kırıklığı yaşarsınız. Ana konusunun; yazarın 4 kuşağını anlattığı Buddenbrook ailesinin günden güne gerileyen ve çöken otobiyografisi olduğunu hatırda tutun. Ortada bir aile ve fertlerine ait farklı hikâyeler yer alıyor. Yani aslında tüm karakterlerin kendi içinde yaşadıkları, kişilik farklılıkları, hayata bakışları okurken farklı tatlar almanızı da sağlıyor. Thomas Mann eserindeki karakterler üzerinden dönemin burjuva ve aile yapılarına, hayat tarzı ve algılayış biçimlerine dair önemli ipuçları sunuyor. Genel anlamda Buddenbrook ailesi ve evlerinde gezinmekten keyif aldığım bir okuma oldu. Romanda hemen hemen tüm ana karakterlerin rolleri ve yaşamları çok etkileyici bir dille anlatılmış. Özellikle karakterler içinde Thomas Buddenbrook ve kız kardeşi Tony Buddenbrook’a ayrı bir sayfa açmak gerekir. Ailenin son erkek üyesi Hanno ise başlı başına ayrı bir roman konusu olabilecek potansiyelde bir karakter. Klasik eser okumayı seven tüm kitapseverlerin okumasını tavsiye ederim. Biliyorum ki klasik okumak bir olgunluk gerektirir. Bu olgunluğa erişmiş kitapseverler eminim keyif alacaklardır. Eserin çevirmenliğini yapan Kasım Eğit ve Yadigar Eğit’e büyük bir teşekkür sunmadan yorumu bitirmeyelim.



 BAŞLANGIÇ
Dan Brown
Altın Kitap Yayınları / 535 Sh

Dan Brown’un okuduğum dördüncü kitabı oldu Başlangıç. İlk okuduğum Da Vinci Şifresi eserinden sonra okuduğum Melekler ve Şeytanlar, sonrasında okuduğum Cehennem adlı eserleri daha az beğendiğim okumalar olmuştu. Ancak yine de belirli bir ortalamanın üstünde olduklarını hatırlıyorum. Başlangıç eseri keyif alma ve beğenme dozunun iyice düştüğü ve dibe vurduğu bir okuma oldu benim için. Sanırım bir anlamda Dan Brown ile olan bundan sonraki olası buluşmalarımız da bu sebeple sona ermiş oldu. Romanda seçilen konu bir anlamda iki zıt fikrin birbirini mat etmeye çalıştığı Yaratılış sırrı ile ilgili olduğu için siz hangi taraftaysanız alacağınız keyifte bu anlamda doğrudan etkileniyor. Ben evrim teorisine ve bize bilimsel bir veri içeriyormuş gibi yutturulmaya çalışılan safsatalarına inanmayan biri olarak ziyadesi ile saçma buldum doğal olarak. Tabi ki kitap değerlendirme yorumunda kimse ile bu konuda hararetli bir tartışmaya girecek değilim. Türler ile ilgili olarak “milyonlarca yıl önce şöyleydi” gibi bir sloganla, ispatı mümkün olmayan argümanlarla, önce sürünüp sonra koşan bir insana dönüştüğümüz gibi söylemlere karnım tok. Evrimcilerin ne hikmetse hiç ara türlerle ilgili fosil kayıtlarının olmadığı bir doğada bu argümanı desteklemeleri de garip. Yani milyon yıl önceki fosillerde de söz konusu balık ise yine yüzgeci var. Hem yüzgeci hem yarım kanadı olan fosiller halen yok. Sürekli gelişen ve türler içinde en üstünü olduğumuz insanlar olarak evrimin devam ettiğine inanıyorsak, neden GDO’lu gıdalardan, kolestorolden, şekerden korkuyoruz o da garip. Evrimle peki ala tüm bu hastalıklara sıkıntılara alışabiliriz. Dan Brown ana karakteri üzerinden size yaratılış sırrını açıklayacakmış gibi bir algı ile kitaba başlatıyor. 300 sayfa hiçbir aksiyonun olmadığı durağan bir yörüngede sizi oyalayıp duruyor. Eserin sonunda da dağ fare doğuruyor. O da özürlü bir fare. Edmond karakterinin ortaya koyduğu güya bilimsel veriler evlere şenlik. Dediğim gibi; soyunun bir maymundan geldiğine inanan, bir el olmadan bu kadar karmaşık düzenin bir doğa tesadüfü ya da fizik olayları ile başladığına inanlar için keyifli olabilir. Benim için olmadı. Ayrıca konudan bağımsız olarak eserin kurgusunda bir heyecan yok. Kurgusu güdük kalmış tam bir piyasa kitabı olarak değerlendiriyorum. Bol bol Tesla aracının reklamını yapan, ürün yerleştirmeli popüler bir oku unut kitabı. Dan Brown o kadar piyasa kitabı yazmış ki her iki fikri de incitmeyeyim diye dönüp duruyor eserinde. Yani kötü reklamı olmasın. Evrimciler de alıp okusun, İlahi yaratıcıya inananlarda alsın okusun. Ben parama bakarım arkadaş!



 YENİ DÜNYA
Sabahattin Ali
Dekalog Yayınları / 239 Sh

Sabahattin Ali’nin eserlerini okurken onun dram yüklü hayat hikâyesinin kesitlerini okuduğumu hissederim her zaman. Öykülerindeki  karakterleri ve konuları aslında kendi başından geçmiş anılardaki isim ve mekânları değiştirerek bizimle paylaştığını düşünürüm. Bu yüzden öykülerindeki dram yüklü olanlarına daha sıkıca tutunurum sanki. Bu hüznün ya da dozunun az olduğu hikâyeleri beni pek sarıp sarmalamaz.


Yenidünya adlı bu eserinde tutunduğum hikâyeleri; “Çaydanlık” “Ayran” “Isıtmak İçin” “Sulfata” ve “Hasanboğuldu” olarak not ediyorum. Kitaba ismini veren ve hacim olarak en uzun hikâyesi olan “Yeni Dünya” hoşuma gitmeyen, “yazmasa da olurmuş” dediğim bir öykü oldu okuduktan sonra. Toplam 13 öykünün yer aldığı eserde; yoksul ve köylü halkı adam yerine koymayan Devlet otoritesi kavramını sorgulatıyor yine Sabahattin Ali bizlere... Bu eleştiri kavramı dışındaki hikâyeler için çay simit tadında tüketilip unutulan notlar diyebilirim. Tabi bana göresi bu. İyi okumalar…


 RED KİT TOPLU ALBÜMLER 2
Morris
İş Bankası Yayınları / 152 Sh

YKY tarafından albüm haline getirilerek yayınlanan ve hayranı olduğum çizgi roman kahramanımız Red Kit’in ikinci albümünü de keyifle okuyup çocukluğuma gittim. Red Kit karakterinin; yani gerçek ismi ile Lucky Luke’nin yaratıcısı olan Morris henüz Goscinny ile tanışmamıştır. Bu ikinci albümde yer alan maceraların tamamını yazan ve çizen olarak karşımızda sadece Morris var bu nedenle. 1949-1952 yıllarında yayınlanmış bu maceralarda Red Kit yine bildiğimiz hızlı silah çeken, esprili ve güçlü bir kahramanımız. Albümde: Tetik Joe, Sürüleri Toplama Zamanı, Büyük Maç, Red City’de Temizlik, Kanunsuzlar, Karşıyaka’da Kargaşa ve Daltonların Dönüşü maceraları yer alıyor.


Şüphesiz Red Kit denince ilk akla gelen ve sevilen kahramanların en başında gelen Dalton Kardeşler ile bu yıllarda tanışıyoruz. Kanunsuzlar adlı macerada Daltonlar ile ilk kez karşılaşıyoruz. Bu ilk macerada Dalton Kardeşler ölüyor ve gömülü bir mezar çizimi ile macera sona eriyor. İsimleri de bildiğimiz isimlerinden farklı. Boylarına göre küçükten büyüğe Bob, Grat, Bill ve Emmet olarak karşımızdalar. Red Kit hayranları çok iyi bilir ki bu çizgi romanda birçok espri çocuk değil büyük yaştaki insanlara hitap eder ve küçük ayrıntılar içerir. Bizi Red Kit sever yapanda sanırım bu. Kanunsuzlar adlı maceranın ilk sayfasında arananlar ilanında çizimlerini gördüğümüz bu tehlikeli ve komik kardeşlerden 3 Dalton kardeş için “Ölü ya da Diri” notu ile afiş asılmış iken bizim bildiğimiz ismi ile en uzun boylu kardeş olan Avarel için bu not yer almıyor. Morris şüphesiz bu yarattığı karakterlerin içinde Avarel’e zararsız ve saf bir karakter rolü vereceğinin küçük bir ipucunu vermiş olabilir bizlere o yıllarda. Yine severek okudum ve okumaya devam edeceğim.


 YAŞAMIN ZORLUKLARINA GÖĞÜS GERMEK
Windy Dryden & Jack Gordon
Rota Yayınları / 185 Sh

Büyük bir beklenti içinde değildim kitabı okumadan önce. Zira Rota yayınlarının Siyah-Beyaz serisi olarak yayına hazırlayıp piyasaya sürdüğü bu kişisel gelişim serisinden daha önce okuduklarımdan genel hatları ile keyif aldığım bir eser pek olmadı. Yine benzer sıradanlık ve piyasa kitabı olacağı tahmini ile okudum ve sonuç değişmedi. Adı “Yaşamın Zorluklarına Göğüs Germek” olan kitabın içinde yaşamlarımızda karşılaşacağımız ve bizleri yıpratacak asıl zorlukların hiçbirisi yok. Sadece iş hayatında ve arkadaşlık ilişkilerinde karşılaşılabilecek temel birkaç zorluk örneklemesinden başka bir şeyin yer almadığı kitaba tabi ki satmak için ticari olarak bu isim koyulmuş. Patronunuzla karşılıklı atıştığınız ya da terfi alamadığınız bir durum, iş arkadaşınızın sizi sevmemesi, sevgilinizin sizi yanlış anlayıp surat asması yaşamın en büyük zorlukları olmuş yazarların gözünde! Sürekli bu örnekler üzerinden size zorluklarla başa çıkma yöntemleri anlatan oldukça sıradan bir kişisel gelişim eseri. Hayatımızda karşılaşabileceğimiz ve bizi çok fazla yıpratan sağlık sorunları, sevdiğimiz insanların hayatını kaybetmesi, geçim sıkıntıları gibi zorlukların hiçbiri için bir metot yok. Bu gibi sıkıntılar hayatın zorluklarından sayılmıyor anlayacağınız. Yazarlar ile bir araya gelme şansım olsa bahsettiğim asıl zorlukları kitapta bahsettikleri yöntemler ile nasıl katlanılabilir hale getirecek formül sorularını sormalarını isterdim. Tabi ki bu zorluklara bir cevapları olmayacağı için örneklerin hepsi sıradan. Yazarlar bir odaya girip birkaç saat vakit harcayarak: “Tamamdır, bu kitapta hazır, hemen basıp sürebilirsiniz piyasaya” demiş olabilirler. Sonra peşinden yine sizi ismi ile vuracak diğer sıradan eserleri yazmaya koyulmuş olabilirler. Okuyarak zaman kaybedeceğiniz okumazsanız zamanınızı daha karlı geçirebileceğinizin garantisini vererek seçim sizin diyorum.



 MONTE CRISTO KONTU
Alexandre Dumas
İş Bankası Yayınları / 1525 Sh

Çocukluğumda küçük hacimli bir özetini okuduğumda çok etkilendiğimi anımsıyorum. Günümüzde de çocuklar için kısa hacimli baskıları mevcut ve halen çocuk yaşta tanışılan bir kont Edmond Dantes. Yani namı diğer Monte Cristo adasının kontu olan kahramanımız. Kısaltılmamış gerçek hacimdeki çevirisini okumayı uzun yıllardır düşündüğüm bir klasikti. Okumak bu yıla nasip oldu. Kitaplığımıza katmak istediğim bir eser olduğu için ciltli olan baskısını tercih edip okudum. Açıkçası çocukluğumda okuduğum o küçük hacimli özetindeki maceranın geniş versiyonunu okuyacağımı düşünüyordum. Şöyle açıklamam daha uygun olur. Çocukluğumda okuduğum Monte Cristo Kontu If Şatosunda mahkûm iken o çok etkileyici kurtulma sahnesi ile mahkûmiyetinden özgürlüğüne kavuşuyor ve kitap orada bitiyordu. Bugün okuduğum bu gerçek hacminde de konunun bu hapishaneden kaçtığında biteceğini düşünüyordum. Ancak birinci cildin yarısında Edmond Dantes kaçmayı başarıp özgürlüğüne kavuştuğunda önümde daha yaklaşık 1200 sayfalık bir okuma serüveni olduğu gerçeği ile yüzleştim. Monte Cristo Kontu’nun özgürlüğüne kavuştuktan sonra felaketine neden olanlardan alacağı intikam ve bunun için yaptığı planları ve sonuçlarını okuyoruz eserde. If şatosunda tanıştığı bir anlamda mahkûmiyetinden kurtulmasını sağlayan Rahip Faria’nın kendisine bıraktığı hazinenin yardımı ile kahramanımız kimseyi es geçmeden intikamını alıyor.


Edmond Dantes’in özgürlüğüne kavuştuktan sonraki kurgu aslında bir anlamda bir pembe dizi formatında ilerliyor. Ne olursa olsun kahramanımızın başına hiçbir olumsuzluk gelmeyeceğini ve tüm düşmanlarından intikamını alacağını okuyacağınıza emin olarak bir sürpriz ile karşılaşmayacağınızı bilmek biraz keyif kaçırıyor diyebilirim. En azından sevdiği kadın ile tekrar bir hayata başlamıyor eserin sonunda. Bu da olsaydı artık çok kabak tadı veren bir pembe dizi finali olurdu diye düşünüyorum.

Kitapta epey kahramanımız var. Yazarın bu kahramanları zaman zaman ön isimleri ile zaman zaman soyadları ile kaleme alması açıkçası çok gereksiz olmuş. Karakterler kafanıza oturana kadar karışıklıktan başka bir işe yaramıyor.

Alexandre Dumas’ın diğer birçok eserinde olduğu gibi Monte Cristo Kontu eserini de gölge yazar olarak bir anlamda hakkı teslim edilemeyen Auguste Maquet ile birlikte yazmış olduğunu da eklemek gerek. Ülkemizde bir dönem çok izlenen ve kült diziler arasında yer alan “Ezel” dizisinin senaryosunda bu eserden esinlenilmiş olduğu gündeme gelmişti bir dönem. Ben de okuduktan sonra kesinlikle esinlenilmiş olduğunu düşünenlerdenim.

Sıkılmadan okuyacağınız, macera tadında bir klasik olarak tavsiye ediyorum. Hacminin karşılığında sizi ziyadesi ile dolu bir intikam macerasına davet ediyor yazarımız.


 İHLAS SURESİ VE FAZİLETİ
Ahmet Tomor
Erkam Yayınları / 92 Sh

Sanırım bir yolculuk esnasında küçük bir dinlenme tesisi mescidinde rastlamış ve almıştım. “Para ile satılamaz” ibaresi ile okumaya teşvik kapsamında hazırlanmış ve dağıtılmış bir kitap. Halen bu teşvik ve anlayış devam ediyor mu bilmiyorum. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı içinde okuma fırsatı buldum. Ahmet Tomor hoca herkesin anlayabileceği bir dil ile İhlas suresi özelinde Allah’ın (cc) kudreti ve zati sıfatlarını anlatırken, insanlığın dünya hayatına ait nimet ve düzenini sorgulamasını amaçlamış diyebilirim. Kısa hacmi ile herkesin okuyup faydalanabileceği yararlı bir okuma olacaktır. Kalp gözünüz kararmadı ise mutlaka ruhunuzda bir tesir bırakacağına inanıyorum. Kitabı okumakla beraber, bedelsiz olarak bırakılan yerlerden alan insanların acaba ne kadarı okuyup faydalandı diye de merak ediyorum doğrusu. Belki o mescitlerde namaz kılan ve her rekâtta İhlas suresini okuyan nice insan aldı ama okumadı. Mensup olduğumuz dinin en önemli emri olan okuma eylemine bu kadar uzak bir toplum olduğumuz gerçeği insanın canını acıtıyor ya neyse…



 MARTIN EDEN
Jack London
İş Bankası Yayınları / 517 Sh

Kitabın bitmiş olmasının verdiği bir hüzün ve ağırlık var üzerimde. 10 üzerinden 10 puan verdiğim ender kitaplar listesine girmiş bir klasikten bahsetmek çok kolay değil. Bugüne kadar okuduğum 5 London eseri içinde tartışmasız en etkileyici olanı. Sanırım bundan sonra okuyacaklarım için de böyle olacağını hissediyorum. Martin Eden karakteri ile Jack London kendi yaşam kesitlerinden ipuçları veriyor bize roman boyunca. Yer yer yazarın Martin Eden olduğu ve bir Jack London hikâyesi okuyor gibi hissediyorsunuz. Taparcasına sevdiği bir kızın gözüne ve hayatına girme uğruna kendini okumaya, öğrenmeye ve yazmaya adayan Martin Eden’in dramatik hayat hikâyesi mutlaka sizleri de içine alıp saracaktır. Jack London eserlerini muhteşem ötesi çeviren ve bize London’u daha da sevdiren etken hiç şüphe yok ki Levent Cinemre’dir. Eserde yer alan numaralara ait notları da mutlaka eserle birlikte okumak size başka bir ufuk açacaktır. Kitaplarda dipnotları okumayı hiç sevmeyen bir kitapsever olarak yapıyorum bu yorumu. Bu eser için dipnotları okumaya asla üşenmeyin.


Martin Eden, uzun soluklu sayılabilecek kitap okumalarımda hafızamdan çıkmayan; Raskolnikov, Alyoşa, Dr. B, Tom Joad ve Jean Valjean karakterlerinin yanındaki yerini aldı diyebilirim.

Martin Eden’in yazarlık mücadelesini okurken yokluğu, açlığı beraber yaşıyor gibi hissettim. Bıkmadan usanmadan gönderdiği ve ret cevapları ile geri iade edilen sayfalar dolusu zarfların tekrar başka bir yayınevine gönderilmesi için cebimden pul parasını vermeyi istedim. Eseri okurken yaşamları boyunca yazdıklarından beş kuruş kazanmamış ancak günümüzde hemen her dile çevrilerek milyonlarca okuyucu ile buluşan yazarlar geliyor insanın aklına ister istemez. Dehalarından ve emeklerinden başkalarının para kazandığı acımasız Dünya düzeni. Jack London bir anlamda hayatta iken değer verilmemiş olan yazarların çığlığını da aktarmış bu ölümsüz eserinde. Yayın evlerinin, kendisi yazar olamamış editör terörünün de köküne kibrit suyu dökmüş London.

Kendini Sosyalist olarak nitelendiren London’un bireyci bir karakter üzerinden okuduğumuz Martin Eden’i intihara sürükleyen olgunun, içine dâhil olmak istediği Burjuvazinin gerçek yüzünü keşfetmesi ile ortaya çıktığı da bir görüştür.

Siyasi, politik ve sosyolojik etiketleri bir kenara bırakırsak; halkın içinde yaşayan, romanlarının zenginliği ve farklılığını şüphesiz bu özelliklerine borçlu olan Jack London mutlaka okunması gereken yazarların en başında gelenlerden benim için. 40 yıllık kısa yaşamına sığdırdığı macera dolu hayatını ve eserlerine yansıyan kurguları için minnetle anıyor, keşke daha uzun bir ömrü olsaydı diye de hüzünleniyor insan.


 BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN YENİ İTİRAFLARI
John Perkins
April Yayınları / 403 Sh

Yazarın itirafları serisini okumaya karar verdiğimde öncelikle 1 numaralı kitabı okuyacaktım. Ancak bu eserin baskısını bulamadığım için yeni itiraflarından başlamak durumunda kaldım. Okuyup bitirdiğimde ilk kitap ile bu eseri arasında ne oranda yeni itiraflar var sorusunun cevabını veremiyorum şu an.


Bu yeni itirafları bağımsız olarak yorumlayacak olursam; abartıldığı kadar beni hayretlere düşürdüğünü, çok etkilendiğimi ve şaşırdığımı söyleyemem. Kitabın ismi öyle güzel seçilmiş ki pazarlama taktiği ile sizi sarıp okuma dürtüsünü hareketlendiriyor. Seri çok satınca “bir tane daha patlatayım” demiş gibi yazar ve yayınevi. John Perkins’in anlattığı şeylerin geneli aslında bilinen, tahmin edilen, konuşulan, ekonomik çıkar savaşlarına dair güçlü ülkelerin yön verdiği daha doğrusu çevirdikleri dolapların detayları. Perkins kendini öyle bir noktaya koyuyor ki sanırsınız pişmanlığından sonra hayatını bu haksızlıkların diyetini ödemeye adamış ve bu uğurda çile çekmiş. 30 yaşında istifa edecek kadar büyük paralar kazandığı bir çarkın içinden çıkarken bile kitap yazarım demiş ve bu kitabı yazmaması adına bile büyük paralar almış birinin itirafları bunlar! Arka planda güçlü Amerika, her şeyi yapabilen büyük Amerika davulları çalıyor. Güçlü Amerika Propagandasının tamtamları eşliğinde itiraf değil Perkins’in roman tadında hayatının belli kesitlerine ait anılarını okuyoruz. Sonlara doğru kişisel gelişim türüne dönen kitapta Perkins’den öğütlerimizi alıyoruz.

Büyük itirafçı! Perkins son bölümde 2004-2015 arasında ekonomik tetikçilerin faaliyetlerinin belgeleri olarak çeşitli dergi kitap ve internet sitelerinde yayınlanmış yazıları derleyip sunuyor okuyucuya. Sunarken de şunu belirtiyor: “Makale ve alıntıları özetledim, bu kaynakların sağladığı bilgileri ve sonuçları doğrulamaya çalışmadım. Bu yüzden analizler, görüşler, sonuçlar bana ait değildir. Bunlardan sonuç çıkarmak size kalmış…” Yani büyük itirafçı olarak bunu yazabiliyor ve suya sabuna dokunamıyor yazarımız. “Ben demiyorum, öyle söylüyorlar vallahi” der gibi!

Diğer kitaplarını henüz okumadım. Bu yeni itiraflar bana hiç samimi gelmedi. Tamamen bir pazarlama ve satış taktiği ile piyasaya verilmiş bir eser gibi duruyor. Bu kitap ile birlikte aldığım serinin 2. Eserini de (Şirketokrasi) aynı anda kitaplığımıza kattığım için muhtemelen ilerleyen zamanlarda bunu da okuyacağım. Ancak sipariş listemde yer alan serinin diğer kitaplarını kaldırdığımı ve okumayacağımı da belirteyim.


 DEMİR ÖKÇE
Jack London
İş Bankası Yayınları / 320 Sh

Dünya ve modern klasik edebiyatında sınıf çatışmasını birçok yazar işlemiştir. Jack London’da yaşadığı toplumun ve dönemin şartlarını ele alarak bu konuda bir eser yazma konusunda kayıtsız kalmamış ve Demir Ökçe eserini 1908 yılında yayınlamış. Bazı çevrelerce Distopya türünün ilk örneği olarak sayılan eseri London’un sosyolojik bir devrim hayali ve denemesi olarak nitelersem abartı bir yorum olmaz sanırım. Sanayileşen ve hızla Dünya savaşına doğru ilerleyen o dönemlerin toplumsal katma değer paylaşımındaki adaletsizliğin birçok esere konu olmuş bir versiyonunu okuyoruz Demir Ökçe eserinde. Amerika’da tröst haline gelen şirketlerin ve onların menfaatlerinin korunduğu bir yönetim anlayışına sahip oligarşinin acımasız politikalarına karşı Ernest Everhard karakteri ile liderlik bulan Devrim mücadelesi ve hazin öyküsünü konu alıyor eser.

Jack London, romanına dipnotlar ekleyerek kurguladığı olayların ve tanımların sanki bir gerçekmiş gibi hissedilmesini amaçlamış. Bir nevi geçmiş ile gelecek arasında sizi getirip götüren bir düzenleme hakim. Bu dipnotları okurken akıcılık kimi zaman bozulsa da romanın hedeflediği etki anlamında bu notları okumak da gerekiyor açıkçası. Ernest’in eşi tarafından kaleme alınan ve yıllar sonra bir ağaç kovuğunda bulunarak bize ulaştığı izlenimi verilen eser amaçlanan Sosyalist devrimin gerçekleşmeden yeni umutlara yelken açar halde yarım kalıyor.

O günlerin Dünyasından bugüne Kapitalizm ile Sosyalizmin arasında devam eden bir yönetimsel kavga halen bitmiş değil şüphesiz. Jack London Sosyalist devrimin gerçekleşmesi konusunda toplumların bunu sağlayacağına tam olarak emin olamadığı için hedefi yarım bırakarak kitabı sonlandırmış sanki. Bilemiyorum ama ben öyle hissettim. Eserindeki toplumsal kavganın ve bir nevi iç savaşın dozunu epey abartılı bulduğumu da belirteyim. Jack London eserleri içinde en başta okunması gereken kitap olarak nitelenemez benim için. Ancak London hayranları için tabi ki okunacaklar listesinde olması gereken bir kitap.


 GÜN O GÜNDÜR
Banu Avar
Remzi Kitabevi / 338 Sh

Banu Avar televizyon ekranlarında yasaklanmadığı dönemlerde bıkmadan usanmadan aynı şeylerden bahsediyordu. Sınırlar arasında dolaşırken bu sınırların Emperyalist güçlerin sabırlı ve sinsi planları ile nasıl tarumar edildiğini anlatan belgesellere imza atıyordu.  Ülkesi ve vatandaşlarının hakları ve bekasından ziyade kendi şahsi güç ve emellerini Emperyalist güçlerin menfaatleri doğrultusunda kullanan hükümetler, STK’lar, örgütler, cemaatler ve derneklerin karşısında halkı bilinçlendirmek için bıkmadan usanmadan anlattı ve yazdı. Türkiye’yi komşusu Suriye ile neredeyse düşman eden yanlış bir dış politika ve iktidar adımlarında da aynı şeyleri yazdı. Tabi ki bu nedenle ambargo uygulanarak ekranlardan uzaklaştırıldı. 2010 2011 ve 2012 yıllarında yazdığı yazıların derlendiği  bu eserinde de aynı şeyleri anlatıyor Banu Avar. Daha önce okuduğum eserlerinin dışında farklı bir ufuk açmıyor aslında. Bir nevi tekrar okumak gibi. Çünkü maalesef bu coğrafyada kanlı hesaplar hiç değişmedi. Zaman zaman sizi karamsarlığa itse de; Atatürk’ün düşünce ve yolundan sapılmadığı sürece başaramayacaklarına dair umudunu taze tutan bir okuma olacaktır sizler için de. Kitap diğer eserlerinden farklı yeni şeyler vadetmiyor ama okunabilir.


 HAYVANLAŞAN İNSAN
Emile Zola
İş Bankası Yayınları / 406 Sh

Fransız edebiyatının ünlü yazarı Emile Zola’nın okunacaklar listesine alınması gereken en önemli romanlarından biri olarak değerlendiriyorum. 1890 yılında yayınlanan eserinde Zola; Paris ve Havre arasında sürüp giden demiryolu ve tren yolculukları içinde seçtiği kahramanları üzerinden aşk ve suç kavramını anlatıyor hikâyesinde.


İnanoğlu’nun suç işlerken ve işledikten sonra vicdanına haklı olduğunu kanıtlama uğruna nasıl hayvanlaştığını gözler önüne seriyor eser boyunca. Okurken hemen her karakterin masum olmadığı bir suç girdabında buluyorsunuz kendinizi. Cinayete kurban gidenler, onları öldürenler, öldürenleri yargılayanlar yani herkesin suçlu olduğu bir toplum düzeni eleştirisi de denilebilir esere. Suça bulaşmış tüm ana karakterleri bir şekilde cezalandıran Zola, demiryolu ve tren yolculuklarını müthiş detaylandırdığı betimlemeleri ile sizi vagondan vagona bir aşk ve suç koşturmacasına davet ediyor. En son iki suçlu karakteri de kurgusu ile cezalandırdıktan sonra makinisti ve ona yön verecek çalışanı kalmayan bir lokomotifin başıboş bir şekilde son sürat raylarda gidişi ile romanını sonlandırıyor. O başıboş lokomotifin içine hepimizi koyarak suça ve vicdansızlığa son sürat gidişimizi anlatır gibi…

Eseri Fransız aslından çeviren Sayın Alev Özgüner‘e teşekkür etmeli ve bu eserlerin dilimize kazandırılması için çok büyük emeği ve hizmeti olan gerçek bir Milli Eğitim aşığı ve dönemin Bakan’ı Hasan Ali Yücel’i da rahmetle anmalıyız diye düşünüyorum.


 ENSTİTÜ
Stephen King
Altın Kitaplar / 615 Sh

Polisiye-Gerilim türü romanlarının şüphesiz kralı kabul edilen bir yazarın eserini yorumlamak, hakkında inceleme kaleme almak kolay değil benim için. Özellikle Grange hayranı biri olarak okurken pozitif bir ayrımcılık yapmayacağım gerçeğini düşünürsek benden geçer not alması da kolay değildi Stephen King’in. Hiç oyalamadan bende bıraktığı etkiyi yazayım. Kesinlikle çok iyi ve heyecan dozu yüksek bir King eseri ile karşı karşıyayız. Özel yetenekleri olan çocukların kaçırılarak işkence kampı sayılabilecek bir Enstitüde yaşadıkları tüyler ürperten hikâyesinin içinde nefes nefese bir okuma serüvenine buyurun. Giriş bölümü bir nebze dozu daha düşük gelebilir ama bu hacimdeki bir roman için kabul edilebilir bir durum bu. Yazarın kurguyu tasarlarken hikâyeyi sürükleyici kılmak adına ciddi bir araştırma yaptığı gerçeği söz konusu. Eserin sonunda birçok kitabında ona bu konuda yardımcı olan Russ Dorr ile ilgili okura yazdığı vefa notunu da takdir ettiğimi söylemeliyim. Hikâyenin sonunda ana kötü karakterler cezasını bulsa da çocukları ölüme sürükleyen programın baş sorumlularına dokunulmaması hatta Dünya mutluluğu için daha küçük mutlulukların bu uğurda feda edilebileceği mottosu biraz Amerikan propagandası gibi sırıtıyor. Evet, kabul edelim ki bunu çok iyi beceriyorlar. Yani olur da böyle bir programı Amerika gerçekleştirirse “bir nebze mazur mu görmek gerek sevgili okur” der gibi Stephen King. Neyse… Bu komplo teorisi dışında kitabı bir polisiye gerilim türünde okuyup bitirdiğimizi düşündüğümüzde tüm şartları yerine getiren özgün ve başarılı bir kitap olarak not etmek gerek. Stephen King’in sıkı bir Trump karşıtı olduğu satır aralarında küçük bir ayrıntı olarak gözlerime takılan detaylardan biriydi diyerek bitireyim.


 PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI
Ferenc Molnar
Yapı Kredi Yayınları / 235 Sh

Belki genel düşünce; eserin bir çocuk klasiği olduğu yönünde. Ancak 1907 yılından bugüne her dönem okunmayı başaran ve yaş ortalamasına baktığımızda hatırı sayılır bir oranın çocuk yaş üstü olduğu gerçeği onun bir Dünya klasiği sınıfında olmasını daha anlamlı kılıyor. Bende 12 yaşındaki kızımın tavsiyesi ile 44 yaşında okuyan bir kitapseverim mesela. Benim ve yaşıtlarımın çocukluğu, kendi kuralları olan mahalle ve sokak kültürünün olduğu dönemlerde geçti. Belki Pal Sokağı Çocuklarının kutsal saydığı kadar olmasa da gönlümüzce oyunlar oynadığımız çokça arsalarımız vardı. Uzay mekiği yaptığımız, herkesin yerinin belli olduğu yabani incir ağacımız vardı. Bizim dışımızda sokak dışından kimsenin çıkmasına izin vermediğimiz, yabani incirleri toplamaya gelen mahalle dışı ebeveynlerle kavga ettiğimiz ağacımızdı o. Kitabı okurken benzer çocukluk anılarımda yolculuğa çıkmış gibi oldum. Küçük Nemecsek’in kahramanlığında hüzünlü ve sıcacık bir hikâye ile tanışmak için yaşınız geç değil. Yazar özellikle Macun Derneğini bize öylesine hoş bir miras olarak bırakmış ki; sanki dünyadaki en özel ve faydalı dernek buymuş gibi hissettim. Ferenc Molnar çocuklar üzerinden kurguladığı bu eserinde onlara sorumluluk duygusunu aşılamanın, görev bilincinin, vefanın ve uğruna mücadele edilecek bir değerin olması gerektiğinin mücadelesini vermiş. Açıkçası okulların ve öğretmenlerin çocuklara bu kitabı okumalarını tavsiye etmesinin sebebi de bu olsa gerek. Kendiniz okuyabileceğiniz gibi çocuklarınıza da okutmanız gereken bir eser bu. 11-14 yaş arası çocukların okuduktan sonra duygu dünyalarında nasıl etkiler bıraktığını, ne anladıklarını ve hayatlarına hangi olumlu değişikliği kattığını anlayabileceğim yorumlarını okumak isterdim. Yeni nesil çocukların betonlaşan bir dünyada, oyun alanı büyüklüğünden ziyade dijital büyüklükte bir alan içine sıkıştırılmış hayatlarında bir anlam iklimine dönüşebiliyor mu kitap merak ediyorum. Yani Pal Sokağı aslında sadece bizim kuşağın bir sokağı olabilir. Z kuşağının değil!


 ÜÇ ANADOLU EFSANESİ
Yaşar Kemal
Yapı Kredi Yayınları / 222 Sh

Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan şey; bu toprakların derdi ile yoğrulan bir Anadolu mayasına sahip olması benim için. Burjuva ukalalığına girmeden, özenti edebiyatına sapmadan kendi toprağından bir edebiyat çıkarabilen yiğit adamdır. O bu toprakların kültürüne folkloruna öyle gönülden bağlıydı ki dilden dile anlatılan anonim olmuş üç efsane karakterinde hikâyesini yazmayı kendine görev bilmiş bir aydındı. Keyifle okuyacağınız bir Yaşar Kemal eseri. Türkülere âşık bir kitapsever olarak Karacaoğlan hikâyesini ve içindeki dilimize pelesenk olmuş şiirleri çok daha büyük bir keyifle okudum. Karacaoğlan ve Köroğlu ile ilgili farklı birçok hikâye anlatılır bu topraklarda şüphesiz. Ancak Yaşar Kemal bu efsaneleri dağ bayır gezip bulmuş, onlarla konuşmuş, dizinin dibine oturtarak anlattırmış gibi. “Köroğlu kimdi, ne yapardı nasıl yaşardı” diye sorsalar; “Yaşar Kemal’in anlattığıdır” der geçerim.


 İRAN VE İSLAM
Ali Şeriati
Fecr Yayınları / 304 Sh

Ali Şeriati okurken onu bir din âlimi mi yoksa bir sosyolog olarak mı kabul ederek okumalıyım diye kendime çok sormuşumdur. İran ve İslam eserinde de yine aynı hisse kapıldım. Neredeyse hemen her şeye muhalif bir bakış açısı var Şeriati’nin. Tüm eserlerinde, yaşadığı dönemde gördüğü baskı ve zulmün izlerini görebiliyoruz. Genel olarak İran kültürü ve geleneğini anlatmaya çalışırken kendine ait bir cemaat oluşturma çabası bile sezilebiliyor. Arap geleneğini reddetmek adına hemen hemen birçok İslami geleneği yok sayabiliyor. Bunları yok sayarken kendi savunduğu detaylarında birçoğunun bir gelenek detayı olduğunun farkına varmadan üstelik... Arafta kalmış bir sosyoloğun arafta kalmış düşünce ikliminde dolaşıyorsunuz onu okurken. Hemen her şeye muhalif ve saklamaya çalıştığı bir kibir hissediyorum onu okurken. Örneğin Osmanlı Devletinin İslami cihat kavramı ile büyümesini eleştirdiği gibi, Osmanlı geleneğinden vazgeçerek Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ü de Batı geleneğini taklit edip kendi geleneğinden uzaklaşması üzerinden eleştirebiliyor. Ali Şeriati’nin farklı dönemlerde okuduğum bu üçüncü eseri idi. Hemen hepsinde aynı tatsızlığı hissettim. Sanırım artık Ali Şeriati okumalarım olmayacak. Eser İran’ın İslam dini ile tanışmasından ziyade Ali Şeriati’nin İran’a bir din ve gelenek biçme düşünce ve tezleri olarak okunabilir.



 FATİH SULTAN MEHEMMED HAN
Halil İnalcık
İş Bankası Yayınları / 778 Sh

2016 yılında kaybettiğimiz Halil İnalcık; 100 yıllık yaşamında dur durak bilmeyen çalışma temposu ile geride nice eserler bırakmış ve nice tarihçiler yetiştirmiş bir hocaydı. O büyük ve güvenilir tarihçi kimliğinin jübilesini yaparak sanki aramızdan ayrıldı. Yayınlanmasına yetişemediği bu büyük eseri okumuş olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Ancak hocamızın aramızdan ayrılmış olmasının burukluğunu da hissediyorum bu satırları yazarken.Devrindeki yazışmalarda ve hitaplarda Mehmet değil “Mehemmed” ismi ile anılan Fatih’in, hocamızın notlarındaki şekli ile kitap ismi olmasını da anlamlı ve doğru buluyorum. Sayın İnalcık, öyle donanımlı bir eseri bize miras bırakmış ki; kendisinden sonra Fatih ile ilgili bir eser kaleme almak isteyenlere bir anlamda gözdağı vermiş.

Ülkemizde tarihçilik ve bu ilim ile uzaktan yakından alakası olmamasına rağmen bu sıfatı kullanarak kitaplar yazan, televizyon ekranlarına çıkıp sözde tarih anlatan birçok gereksiz insan var. Kahvehane kültüründen hallice bir Osmanlı tarihi anlayışı ile birçok hurafe ve aslı astarı olmayan bilgileri derleyerek eserler yazan bu zevat yüzünden saçma sapan bir bilgi kirliliğine dönüştü Osmanlı dönemi. Şüphesiz bu anlamda en fazla sömürülen padişahlardan biri de çağ kapatıp çağ açan Fatih Sultan Mehmet. Halil İnalcık hocamızın bu eserini okumadan önce Fatih’in insanüstü bir varlığa dönüştürüldüğü onlarca eserin ne kadar gereksiz vakit kaybı olduğunu anladım tekrar. Tarih ilmini bile dine alet eden, politik ve siyasi söylemleri için değiştiren bu sözüm ona tarihçilerin uyduruk menkıbelerinden bıkanlar artık İnalcık’ın bu eserini okuyup aradaki farkı kendi gözleri ile görsünler isterim.

Eserin ilk bölümünde Fatih öncesi Osmanlı ile Bizans ilişkilerini ve İstanbul’un fethine giden süreci okuyoruz. Bu bölümde Fatih’in ilk tahta çıkışı ile tekrar payitahtı bırakmak zorunda kalması ve bu süreçte vezirler arası rekabetin izlerini takip ediyoruz. Bizim gibi tarih okumayı sevenler, ancak bu konuda akademik bir çalışması ve tasası olmayanlar için İstanbul’un fethinin detaylandırıldığı satırlar, okurken en fazla keyif alıp kendimizi kaptıracağımız satırlar olacaktır muhtemelen. Bu sayfalarda gezinirken, izlediğiniz Amerikan endüstrisine ait büyük bütçeli savaş filmlerinden zihninizde uygun gördüklerinizi canlandıracağınıza da eminim.

Eserin ikinci bölümünde fetih sonrası Fatih’in; imparatorluğa giden devletin yenidünya şartlarına bağlı olarak siyasi bazı sancılarını okuyoruz. Muhtemelen tarih ile akademik anlamda kariyer yapanlar için İnalcık’ın İngilizce makaleleri de eserde bu nedenle yer alıyor olmalı. Bu makaleler ayrı bir isimle kitaplaştırılsa daha doğru olabilirmiş. Ya da bu makalelerin Türkçe metinleri de eserde yer almalıydı diye düşünüyorum. Sanırım İnalcık vefat edince kendisine ait bu makalelerin onun kontrolünden geçmeden Türkçeye çevirmek saygısızlık olarak görülmüş olmalı. Belki sonraki baskılarda yine İnalcık hocanın yetiştirdiği tarihçilerin kontrolünde çeviri yapılarak konulabilir. Fatih kanunnamesi de günümüz Türkçesine çevrilerek yayınlansaymış daha iyi olurmuş bizim gibi okuyucular da düşünülerek. 10 üzerinden 10 vermeyişimin sebepleri bunlardır.

Halil İnalcık bu incelememde bahsettiğim gibi o kadar detaylı ve titiz bir 2.Mehmet çalışması hazırlamış ki kendisinin de faydalandığı Prof. Franz Babinger’in “Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı” adlı eserini de inceleyerek eserdeki hataları okuyucularla paylaşmış. Yani bu kadar emek verdiği bir eserin arkasından farklı bir eserinde tenkidini not etmiş. Kitabın kalınlığı gözünüzü korkutmasın. Gerçek bir tarih okumak istiyorsanız kitaplığınızda Halil İnalcık hocamıza geniş ve özel bir raf ayırın derim.


 FAHRENHEIT 451
Ray Bradbury
İthaki Yayınları / 202 Sh

Fahrenheit 451’i okurken Orwell’in 1984 adlı romanının bir parçasını okuyorum hissine kapıldım. Belki garip gelecek ama Ray Bradbury’nin bu eserden çok fazlaca esinlendiğini ve sanki seçtiği hikâyenin kurgusunda 1984’ten etkilendiği hissine kapıldım. Yayınlanma tarihlerine baktığımızda 1984’ün 2 yıl kadar daha önce yayınlandığını görünce bu hissiyatım daha da güçlendi. Kendi içinde özgün bir konusu olsa da hikâyenin içindeki karakterler ve buluşmaları bile garip bir benzerlik içinde. Yangınları söndürmek yerine kitapları ve kitap okuyanların evlerini yakan bir itfaiyenin olduğu bir dünyadayız. Mekanik tazıların size göz açtırmadığı, sistemin size sundukları ile yetinilmesi gereken bir dünyadayız. Bu sistemi sorgulayan itfaiye eri Montag üzerinden bir kaçış hikâyesinin içinde olacaksınız. 1984’ten sonra Distopya tarzında okuduğum ikinci eserdi benim için. Açıkçası bu tarzın bu gibi benzerlikleri hoş karşılanabilir mi bilmiyorum. Ancak bu şekilde birbirine benzeyen bir tarz ise sanırım tekrar tercih etmeyeceğim. Zira ne okursam okuyayım muhtemelen çok beğendiğim 1984 ile kıyaslamak zorunda kalacağım ve aynı tadı alamayacağım. Rad Bradbury’nin kitabı yazdığı dönemde müthiş bir ileri görüşlülük ile insanları uyutan ekranlardan bahsetmesi ve bunu oturma odasındakiler üzerinden bize sunması eserde benim en fazla dikkatimi çeken detay oldu. Bugün hepimizin oturma odasında bu ekranlardan var. Kitapta bahsettiği oturma odasındaki gereksiz insanlar sınıfına girmemek adına dikkat etmek ve okumak gerek. Bu odaları oturma eyleminden çıkarmak bizlerin elinde.



 İSTANBUL'DAN SAYFALAR
İlber Ortaylı
Kronik Yayınları / 277 Sh

İlber Ortaylı’nın 1980-1990’lı yıllarda çeşitli yayın organlarında yayınlanmış İstanbul ile ilgili yazılarının derlendiği bu eserin ilk basımı 1984 yılında yapılmış. Tabi o yıllarda İlber Ortaylı bugünkü kadar popüler olmadığı için epey kıyıda köşede keşfedilmeyi bekleyen bir eser olarak kalmış olmalı. Bugün İlber Ortaylı hocamızın geçmişte ne yazdı ise bulup kitaplaştırma derdinde olan bir yayınevi aç gözlülüğünü görmezden gelemeyiz. Zira “İlber Ortaylı yazmışsa kesin okunur” diyerek alıp okuduğumuz birçok Ortaylı eseri var bugün. Hepsinden aynı tadı aldığımızı da düşünmüyorum. Gelelim eserin bende bıraktığı izlere… Öncelikle bu eser bir gezi kitabı değil. İstanbul’un tarihi semtlerinin sokaklarında gezip melankolik hikâyeler eşliğinde bir yolculuk yaparım diye alıp okumayın. Bir tarihçinin gözünden İstanbul sokaklarında dolaşıyorsunuz. Tabi ki hocamızın gözünde önemli tarihi detayların araya serpiştirildiği bir İstanbul seferi bu. Yer yer bugün çok daha felaketi yaşanan imar katliamı ile ilgili hocamızın o yıllardaki serzenişini de okuyacaksınız yer yer. İstanbul’un nasıl beslendiğini, tarihi eserlerdeki mimari değişimin izlerini, Levantenlerini, şehrin dilenciliğini, içki ve eğlence hayatını, kütüphanelerini ve kitapseverliğini bu şehirde hüküm sürmüş yaşamış kültürlerin birbirine karışmış etkilenmiş kozmopolit bir havuzda değerlendirmelerini okuyacaksınız. Bazı yazılardaki yabancı isimlerin bolluğu sizi muhtemelen sıkacak. Beni bu yazılar fazlası ile sıktı diyebilirim. Ancak genel hatları ile eser okunabilirler arasında dersem haksızlık yapmış olmam. Öncelikli okunacak Ortaylı eseri olmasa bile belli oranda mutlaka keyif alacaksınızdır. Tabi ki dolaştığınız mekânlar daha çok İstanbul Avrupa yakasının tarihi geçmişi olan semtleri. Bugün belki birçoğu kötü imajlarla ünlü olan bu semtlerin geçmişinde yolculuk yapmak açıkçası benim okurken en fazla keyif aldığım yazılar oldu. Bu semtlerdeki kültürü deseni ve rengi bugün imar çılgınlığı adına kaybetmek acı bir durum ama o yıllarda bu sokaklarda gezmek isteyeceğinize eminim. Bugün sırf fotoğraf çektirmek için gidilen popüler kültür dayatması Balat semtine gitmekten öte bir şey bu. İyi okumalar…