Site Haritası

2013 Yılı Okudukları (20)


 KALBİMİN KUZEY KAPISI TRABZON
Çiğdem Sezer

Benim kalbimin tüm kapıları Trabzon’a açılır. Memleketim… Bilinçli olarak hafızamda yer edecek şekilde taşına, toprağına, yoluna, denizine derin derin ancak 20 yaşında bakabildiğim memleketim… İstanbul’da doğup büyüyen, Trabzon’lu bir anne babanın çocuğu olarak memleketin kültürüne evde yapılan Karadeniz yemekleri, anneannesinin konuştuğu Rumca kelimeler, damarlarımıza işlemiş Trabzonspor sevdası üzerinden futbol sohbetleri, hayatı dalgaya alan, aynı şeyleri defalarca anlatıp gülen güldüren bir kalabalık kuzen topluluğu içinde Trabzon’lu olduğunu hisseden biri olarak duygulanarak okudum bu eseri. 20 yaşında ilk kez sayılabilecek gidişimde uçağın tekerlekleri yere değdiğinde gözlerimden yaşlar gelmişti hiç unutmuyorum. İşte aynı duyguları Çiğdem Sezer’in kitabında da yaşadım. Her çevirdiğim sayfada Sayın Sezer’in yürüdüğü koştuğu sokaklarda koştuğumu hissettim. Çocukluğum Trabzon’da geçmemesine rağmen Çiğdem Sezer’e özendim. Okurken satırlarının arasına saklanıp yaşadığı anılara sahiplenmeye çalıştım. Bu tarif edilemez bir şey. Sanki Çiğdem Sezer benim elimden tuttu ve gel bak işte budur Trabzon ve budur senin geçmişin, çocukluğun, gençliğin dedi bana. Eser aynı zamanda bana hiç farkına varmadığım kuruluşu 1961 yılına uzanan Kıyı dergisi ile de tanıştırdı. Ne diyeyim? Teşekkürler Çiğdem Sezer…

 İSİM ŞEHİR BİTKİ
Yılmaz Özdil

Yılmaz Özdil son yıllarda en çok takip edilen köşe yazarlarından biri. Özellikle sosyal medyada yazılarının hemen her gün paylaşılma hızı ile gazete ve kitap okumayan Türk toplumunun hafızasında yer eden şanslı yazarlardan. Şahsen gazetedeki köşesinden takip ettiğim bir yazar değil kendisi. Ama bir kitapsever olarak gazetede yazdığı bu yazılarından derlenmiş eserini alıp okumama da mani değil bu durum. Eserini alıp kitaplığıma koydum. Yılmaz Özdil öncelikle basit ve insanı sıkmayan, detaya boğmayan yazı üslubu ile çok okunan bir yazar. Zira genel olarak yazılarında işlediği konularda derinlikli bir araştırma izine fazlaca rastlamanız mümkün değil. Her gün eleştirdiğimiz, ifade etmeye çalıştığımız birçok olumsuzluğu birkaç paragrafla muhatabının yüzüne vurması sanırım Türk okuyucusunu fazlası ile memnun ediyor. Eserdeki yazıların büyük çoğunluğunda Özdil’e hak vermemek mümkün değil. Ancak ben iyi bir yazarın kendisine tek bir hedef seçerek o hedefe yönelik eleştirilerden bir yazar yolu çizmesini yadırgayanlardanım. Çünkü o hedefiniz yıkıldığında hafızalarda yer etmeyen, gelecek nesillerce hatırlanmayan bir popüler kültür yazarı olarak kalabilirsiniz. Yılmaz Özdil bunun farkında ya da değil. Bu strateji ile kazandığı para az ya da çok. Bu durum tercih, arz ve talep meselesi...

 TÜRKİYE KİME KALACAK
Osman Ulagay

2010 yılında okuduğum Osman Ulagay’ın “AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu” adlı eserinde yazar AKP gerçeğini ve muhalefetin itiraz argümanlarının zayıflığını analiz etmişti. Bu eserin yazıldığı günden “Türkiye Kime Kalacak” eserini kaleme aldığı güne kadar geçen zamanda yaşananları kendi düşüncelerinde bir özeleştiri yaparak da okuyucuya yine kırmadan dökmeden anlatıyor Sayın Ulagay… Eleştiri kültürünün yerleşmediği Türk siyasetinde güçlendikçe daha katılaşan, sansürcü bir yapıya giden iktidarı doğru verilerle eleştirip uyarıyor. Basının ve dolayısı ile yazılı medyanın sahiplerinin iktidar ilişkileri ve bir anlamda ticari kaygıları sebebiyle kendi iradesi ile köşe yazılarına son vermiş olan Osman Ulagay’ın tarihe not düştüğü haklı tespitlerinin okunması ve gelecek nesillere kitaplığımızda yer açarak bırakılması gerektiğine inanıyorum.

 8.GÜN
Glenn Meade

Açıkçası Glenn Meade, türünde sevdiğim ve takip ettiğim bir yazardır. Bu sebeple 8.Gün adlı eserini alıp okurken 11 Eylül saldırılarına çok benzer bir senaryo üzerine kurgulanması kısmına pek takılmadım. Eserin yayına çıkmadan önce 11 Eylül saldırılarının yaşanması kitabı çıktığı dönemde daha da popüler hale getirdi. Zira bu saldırılardan önce yazarın neredeyse aynı kurguyu düşünüp dünyaya bildirmesi iki farklı duyguyu beraberinde getiriyor. Birincisi, azımsanmayacak bir kesimin öne sürdüğü 11 Eylül’ün aslında bir ABD kurgusu olduğunun kanıtı, ikincisi ise ABD’nin Ortadoğu politikalarında haklı olduğunun eser üzerinden vurgulanması. Ben bu siyasi düşüncelerden bağımsız olarak eseri okumaya çalıştım. ABD’nin bir ürünü pazarlama adına her yola başvurabilecek bir kapitalist düzen devi olduğunu düşünürsek, kitabın eserin önsözünde yazdığı gibi 11 Eylül saldırılarından çok önce değil belki de daha sonra kaleme alınıp piyasaya sürüldüğünü de peki ala düşünebiliriz. Glenn Meade başarılı bir yazar. Onunla tanışacaklar için bu kitap iyi bir başlangıç değil. Zira sinsice pompalanmaya çalışılan “İslam ülkeleri teröristtir” düşüncesi çok fazla sırıtıyor eserde. Bu da Müslüman’sanız, ne kadar da zorlasanız gerçek hayatta yaşanan bir olaydan soyutlanarak kitabı okumanıza müsaade etmiyor.

 OD
İskender Pala

İskender Pala’nın her eserini elime aldığımda “Artık bu kez hoşuma gitmeyecek” tereddüdü yaşarım. Zira kapsamlı bir romanın kısa sürede yayına hazırlanamayacağını düşünürüm. Ama nedense Pala eserlerini bitirdiğimde tereddüdümün yerini yine Sayın Pala’ya olan hayranlığım alır. Od bir Yunus Emre romanı… Yine tarihin tozlu raflarından evinize konuk olan bir Yunus belgeseli sanki… Romanın ayrıntısına girmem doğru olmaz. Olay örgüsünü açıklamak kitap yorumu olmaz. Çünkü okuyacak kitapseverlerin hayal dünyasına hoş sürprizler bırakmaz bu tip yorumlar. Sadece şunu söyleyebilirim. Kitapla birlikte Yunus’un nasıl Yunus olduğunu hissedebiliyorsunuz. Yunus’un çaldığı kapılarda konaklıyor, yoruluyorsunuz. Yine Divan Edebiyatı tadında beyitlerle yol yorgunluğunuzu hafifletiyorsunuz. Kalemine sağlık sevgili hocam…

 VAR OLAN ADA
Susanna Tamaro

Susana Tamaro’nun benim için sürpriz olan bir deneme eseri Var Olan Ada… İnsanın içini ısıtan romanların sahibinin, toplumu ilgilendiren konular hakkında not ettiklerini merak edenler için okunabilir bir eser. Tamaro, aslında genel olarak kendi ülkesi olan İtalya ve İtalyan toplumundaki yozlaşmayı tarihe not etse de hemen her ülkedeki ortak yozlaşmayı buluyorsunuz eserde. Hani hep kendi ülkemizi ve toplumumuzu eleştirirken bize has bir sorun olarak zihnimize işlediklerimizin, aslında dünyanın her yerinde bulunan sancılarla aynı olduğunu görüyorsunuz. Tamaro’nun, okurken misafir olmak istediğim doğa ile iç içe evinden çıkan satırları okunmaya değer bulduğumu belirtmeliyim.

 ÖLDÜĞÜM GÜN
Senai Demirci

Senai Demirci’nin yazı dili tıpkı TV ekranlarındaki gibi naiftir. Bir okuyucusu olarak ben hep böyle hissetmişimdir. Öldüğüm Gün eserinin öncelikle kurgusunu çok başarılı buldum. Eserin başlarında sıkılsam da sonrasında yoğun olarak kitabın içine misafir oldum diyebilirim. Belki bunda Demirci’nin seçtiği konunun insanı ister istemez etkilemesi de rol oynamıştır. Hayatın mutlak gerçeği olan “Ölüm” insanı korkutmadan bir roman içinde ancak bu kadar yumuşak işlenebilir ve mesajını okuyucuya aktarabilir. Eğer ölüm gerçeğine ait korkularınız varsa bu kitabı mutlaka okuyun. Satır aralarında gizlenmiş huzuru bulmanıza ve ölüme bakışınızı değiştireceğini göreceksiniz. Senai Demirci’ye yürekten teşekkürler…

 AŞKA VEDA
Can Dündar

Buram buram kendine has üslubu ile kaleme alınmış bir yüzleşme eseri Aşka Veda. Belki hiçbirimizin en yakınımızdaki aşklarımızdan bile sakladığımız, kendimize bile itiraf edemediğimiz bütün anlatılamayanların yetkisini Can Dündar’a verip köşeye çekilip okumayı tercih ettiğimiz bir drama… Dünya döndükçe var olacak, uğruna çok çileler çekilecek, mutluluk getirdiklerinin yanında acı çektirdiklerinin de ziyadesi ile fazla olduğu ilahi bir duygudan bahsediyoruz. Eseri okumaya başlayıp bitene kadar sayfalarını kapatmayacağınız bir Dündar klasiği ile karşılaşacaksınız. İçinde veda ettiğiniz belki nice aşklarınızı da bulacaksınız. Okunmaya değer. Yalnız bir sitemim var. Sorumlusu olduğumuz bir vedayı bir yazarın kaleminden okuyup sonrasında son hız vedalara devam ediyor olmamız neden? Bunu cevabını da verebilsek keşke insan olarak…

 ALİ ŞİASI SAFEVİ ŞİASI
Ali Şeriati

İslamiyet içerisindeki Sünni yorumun Emevi dönemindeki yanlış yorumlanmasından kaynaklı sıkıntıları bugün Dünya üzerinde görüp üzülüyoruz. Alevilik tek başına tek noktadan bakılacak bir konu değil. Zira kendilerini “Alevi” olarak ifade eden çevremizdeki birçok kişide Aleviliğin farklı yorumlarına tanık oluyoruz. Ali Şeriati, yaşadığı dönemde, fikirleri ile aykırı görülüp karşı çıkılan, suikasta uğrayan bir hayat hikâyesi ile bir dava adamı olarak karşımıza çıkıyor. Kısa sayılabilecek ömründe geride bıraktığı eserlerle geç tanışmak benim için üzücü bir durum. Şeriati, eserinde en başta belirttiğim Sünnilik adı altında Emevi dönemindeki yanlış yorumlarla içi boşaltılan İslam dinindeki birebir aynı sıkıntıyı Şia mezhep yorumu içinde dile getiriyor. Zira ortada tertemiz bir Ali Şiası dururken Safevi dönemi ile içi boşaltılan ve bir anlamda Safevi Şia’sına dönen yolun bozukluğunu masaya yatırıyor. Bugün İslam coğrafyasındaki sıkıntılara dönüp baktığınızda Emevi ve Safevilerin kötü mirasının üzerine inşa edilmiş bir din yorumunu buluyorsunuz. Safevi devletinin yanlış yorumlarının bir kısmını İran devleti bugün devam ettirir pozisyonda. Emeviler’in yanlış yorumu ise ülkemizde içinde olmak üzere tüm İslam ülkelerinde yine alıcı buluyor. Kesinlikle okunması gereken eser, Hz Ali yorumunun, Ehlibeyt’in daha iyi anlaşılabilmesi, hayatımda hep karşı durduğum Sünnilik-Alevilik ayrımında her iki kesim içinde yanlış yorumlanan, suistimal edilen, görmezden gelinen doğruları yakalamak için size fırsat sunuyor.

 ŞİA VE ŞİİLİK MÜCADELESİ
Musa El Musavi

Şiilik ve Şia konusu, kulaktan dolma bilgi sahibi biri olarak okumak ve araştırmak istediğim bir konuydu bugüne kadar. Bir türlü bu konu hakkında okumaya vakit bulamamış olmak benim ayıbım. Musa El Musavi’nin bu eserinin hacim olarak küçük olması başlangıç için beni cezp etti diyebilirim. Musavi, eserinde Şia görüşünün, İslam dininde yeri olmadığını düşündüğü temel ayrılıkların tashihe ihtiyacı olduğu vurgusunu işliyor. İslam dininde oluşan mezhebi görüş ayrılıkları kendi fikrimce de mutlaka gözden geçirilmeli ve Kitap-Sünnet-Ehlibeyt üçgeninde mutlaka değerlendirilmelidir. Aynı din görüşü olarak uygulamada birbirinden zıddı ile karşılık bulan farklılıklar İslam dini olamaz. Özellikle 12 İmam, Hilafet makamı gibi konular çok yönlü ve mezhep ideolojisinden arınarak irdelenmeli ve eserler yazılmalı. Bu kitap benim için başlangıç anlamını taşıyor. Bu nedenle kitabın doyuruculuğu konusunda yorum yapmam çok doğru olmaz. Anlatımını biraz dağınık bulsam da Şia ve Şiilik konusunda giriş anlamında faydalanılabilinir.

 PUSU DEVLETİN YENİ SAHİPLERİ
Ahmet Şık

Yaklaşık 6 yıldır devam eden Ergenekon davasının sonuç arifesinde okuduğum bir eser Pusu… Ahmet Şık, özellikle takip ettiğim bir gazeteci değil. Ancak kitap okuma konusundaki karar prensibim özellikle takip ettiğim yazarların kitaplarını okuma üzerine kurulu değil. Bu sebeple Pusu eserini satın alırken herhangi bir tereddüdüm olmadı. Okuyup bitirdiğimde de bir pişmanlık yaşamadım. Pusu, son yıllarda belki hepimizin duyduğu, birçoğumuzun “Hadi canım, komplo bunlar, çekemiyorlar, inanma” diye burun kıvırdığı F.Gülen cemaatinin devlet içindeki gücünü çok sesli dile getiren en önemli eserlerden biri. Ahmet Şık bu gücün nerelere kadar uzandığını okuyucuya çok net anlatıyor eserinde. Eser kesinlikle çok titiz hazırlanmış. Hazırlanış sürecinde basılmadan yazarı hakkında başlatılan soruşturma eserin yayınlanmasını engelleyememiş. Bu hali ile de değerli bir eser. Kitapta beni tatmin etmeyen tek şey F.Gülen cemaat yapılanmasını anlatırken Ahmet Şık’ın farkında olarak ya da olmayarak Ergenekon davasının avukatlığı rolünü de üstlenmiş olması. Gerçi haksız bir şekilde Ergenekon davası kapsamına sokularak içeri alınan bir yazarın bu rolü üstlenmesi de çok fazla yadırganamaz. Ama bu dava kapsamında yargılanan herkesin bir cemaat komplosunun kurbanı olduğunu da bana kimse anlatamaz. Pusu, önemli bir konuya değiniyor ve okunmaya değer. Eserde dikkatimi çeken bir hatayı da paylaşmak istiyorum. Bu hata kötü bir niyet olduğunu düşünmesem de son bölümdeki F.Gülen cemaatinin fişlemesi olarak iddia edilen listenin çokça tekrarlanmış olması. Yani aynı kişiler ve detaylar farklı sayfalarda tekrar tekrar önünüze geliyor ve ister istemez fişleme bölümü gerçeğinden daha fazla hacim kaplıyor. Bunun ilerleyen basımlarda düzeltilmesi kötü niyet olmadığını ve kerhen yapılmış bir hata olduğunu da kanıtlayacaktır diye düşünüyorum.

 HZ AİŞE
Reşit Haylamaz

Peygamber efendimizin yaşamı ve ölümü sonrası örnek bir eşin hepimize anlatacağı çok şey var. Okumak belki hayatımıza yansıtmak adına ilk hamle sayılır. Bu hamleyi her müslümanım diyen yapmalı.





 BANA DİNDEN BAHSET
R.İhsan Eliaçık

Çok sert… Evet, yoruma bu ifade ile başlamakta beis görmüyorum. İhsan Eliaçık ile son dönemlerde medyada sıkça görmemin dışında, İslam dinini farklı boyutta yorumlayan bir yazar olarak ilk tanışma eserim. Bugüne kadar bahsedilen dinin dışında söylemleri ve eleştirileri var. Bu nedenle kitap ismi de anlamlı. Düşüncelerinin yorumlarının geneline katıldığımı söylemeliyim. Ama katılmadığım noktalar da var. Sayın Eliaçık İslam dinini yorumlarken içinde barındırdığı kültürü es geçiyor. Örneğin siz büyük şehirde yaşayıp tatil zamanı köyünüze memleketinize gittiğinizde, yaylalara çıktığınızda yöresel kıyafetleri giymekten zevk alırsınız. Bu geçmişe dair bir vefadır. O kıyafetleri giymeden de orada bulunabilirsiniz. Ama geçmişin o tadını kavramak için isteyerek giyersiniz bu kıyafeti. Dinin içinde de bir kültür var. Bunu es geçemezsiniz. Evet… Bugün İslam dini içerisinde oldukça fazla bidat var. Ama her kulun dini yorumlarken hissettiği kalbi duyguyu hiçbirimiz bilemeyiz. Ben din adına yorum yapanların kendisinden başka yaşayan ilahiyatçıların, din adamlarının fikirlerine dudak büken burun kıvıran zihniyeti sevmiyorum. Sayın Eliaçık’ın kitabını okurken bir kibir hissettim. Belki farkında değildir, bilemiyorum. Ama beni ciddi derecede rahatsız etti. Hani bir dönem, TV ekranlarında dini yaşamak değil de yaşamamak adına sorular soran grupların gazıyla kibir rüzgârı ile savrulan bazı din alimlerimiz vardı. Eliaçık’da sanki o yoldaymış hissine kapıldım. Umarım yanılırım…

 KUPA BAŞBAKANDA
Hasan Al

Ben bir Trabzonspor taraftarıyım ve Trabzonluyum. 2010–2011 futbol sezonunda yaşananları doğru değerlendirebilecek kadar da futbol bilgisine sahibim. Yine aynı zamanda bu ülkede futbolun sahada kazanılan bir oyun olmadığını böbürlenerek anlatan yöneticileri yıllarca izlemek zorunda kalan, ötekileştirilen bir camianın üyesiyim. Hasan Al’ın kitabını Trabzonsporlular dışında kimsenin okuyacağını da zannetmiyorum. Zira bu ülkede futbol dendi mi tüm kurallar sümen altı edilir ve rantın gücü oranında herkes kendince değerlendirir. 3 İstanbul takımı dışında hiçbir futbol kulübünün bu sektörde yaşama şansı yoktur. Ya da yaşama şansları, İstanbul takımlarının belirlediği artıkların paylaşımından ibarettir. Ne yazık ki birçok kulübün yöneticileri de esas olarak bu 3 İstanbul kulübü üyesi olduklarından bu duruma çokta tepki göstermezler ve futbolun marabalığı rolünü üstlenmeyi sürdürürler. 3 Temmuz süreci ile başlayan futboldaki örgüt kurma ve şike iddiası sonrasında yaşananlar, bir ülkede futbol üzerinden verilen rant kavgasının, siyasi oy kavgasının ne kadar mide bulandırıcı bir seviyeye geldiğinin resmidir aslında. Bu resmi görmemenin, inkâr etmenin bile erdem sayıldığı bir ülkede futbol konuşmak, futbol ile ilgili bir kitabı yorumlamak bile aslında çok ahmakça... Ama Hasan Al’ın tarihe not düşmek adına ilgili sezonda verilen şampiyonluk mücadelesinin başından, sürecin siyasi ve güç sahibi ellerce örtbas edildiği ana kadar geçen ayrıntıları kitaplaştırması onurlu bir gazeteci duruşudur. Bu nedenle de benim açımdan yorumlanmalı ve okumayı düşünenlere ne ile karşılaşacaklarının ipuçlarını vermelidir. Açık söyleyeyim. Tüm Trabzonsporlular, bu canlı canlı izledikleri hak ve adalet tecavüzünü tekrar okuduklarında sinirleri daha da yıpranacak ve futboldan bir kez daha nefret edecek. Ancak kazanımlarda elde edecektir. Örneğin ben, bu hak tecavüzüne, tüm siyasi partilerin hiçbir doğruda ortak paydada buluşamadıkları rezalet ötesi siyasi hayatlarında hırsızı aklamak için değiştirilecek bir yasa için kol kola girdiği dönemde bile yayıncı kuruluş ile ilgili aboneliğimi iptal etme konusunda tereddüt yaşamışken, bugün eseri bitirdiğimde aboneliğimi iptal etmek için gerekli işlemleri başlatmanın hazzını yaşıyorum. Zira benim bu ahlaksız arenada bir kuruşum bile dolaşmamalı. Bu hali ile bile eser benim için müstesna bir yere sahiptir. Hasan Al’ı bu onurlu kalem mücadelesinden ötürü alkışlıyor ellerinden öpüyorum. Rant ve mevki uğruna kalemlerini satan nice sözde futbol adamlarını da tarihin çöplüğüne armağan ediyorum.

 NEŞELİ KİTAP
Ahmet Turan Alkan

Türk yazarları içerisinde ayrı bir yere koyduğum Ahmet Turan Alkan’ın o kendine has akıp giden sizi büyüleyen üslubunda kaleme aldığı siyaset ve deneme yazılarından sonra açıkçası çok tatmin olmadığım ve hoşlanmadığım bir eser oldu Neşeli Kitap. Zira her ne kadar ince espri anlayışına sahip olduğunu bildiğimiz Alkan eserdeki yazıların amiyane tabiri ile Geyik Yazılardan oluştuğunu beyan etse de ben bu üslubu beğenmedim. Anlatımlar yine muhteşem. Bu konuda hiçbir sıkıntı yok. Beni sıkan konu, karşı siyasi görüşteki kişi ve kurumları haddinden fazla küçümseyerek yazılarında kullanmış olmasıdır. Peki ala aynı üslupla Ahmet Turan Alkan’ın da değer verdiği siyasetçi kişi ve kurumlar ile dalga geçilen yazılar kaleme alınabilir. Belki de alınmıştır, bilemiyorum. Ama yine de Alkan gibi bir kalem aynı silahla, üslup ve kelime gücünü kullanarak rakibini alt etme çabasına girmemeliydi. Yazıları okurken onu seven bir okuru olarak çok fazla kibir hissettim. Bana bu hissi uyandırdığı için bu yorumumu okusa bundan üzüntü duyacağına da eminim Sayın Alkan’ın. Neşeli Kitap, dünyada sadece kendi fikrine tapan ve karşıt görüşe yaşama şansı tanımayanlar için harikulade bir eser olabilir. Benim için kesinlikle böyle bir eser değil.

 HİLAFETTEN SALTANATA EMEVİLER DÖNEMİ
İhsan Süreyya Sırma

İslam tarihinde karmaşık bir dönemdir Emeviler dönemi. Bugün İslam coğrafyasında yaşanan ve adına Müslümanlık diyemeyeceğimiz birçok yanlış uygulama Emeviler döneminde hilafet makamının saltanat kavgasına dönüşmesinin mirasıdır. Bu yanlış mirası bilerek kullanan İslam karşıtı lobi bugün İslami rejim ile yönetildiğini iddia ettikleri ülkelerden görüşlerine haklılık payı çıkarmak için bolca veri sağlamakta. İhsan Süreyya Sırma eserinde tam da bu noktaya parmak basıyor. Çapı küçük olsa da eser Emevi dönemini okuyucuyu sıkmadan bir çırpıda özetliyor. Hz Ali (r.a) dönemindeki hakem olayı ile başlayan ve Muaviye’nin saltanat sevdası uğruna bugün hepimizin ciğerini dağlayan Ehli Beyt'e yapılan zulümler, Kerbela faciası ve daha birçok yanlış kitapta kronolojik sıra ile anlatılıyor. İhsan Süreyya Sırma eserinde hiçbir insanlığa ve hiçbir semavi dine sığmayacak yanlışları yapanları İslam halifesi diyerek eleştirmeyen görmezden gelen sözde araştırmacılara ve yazarlara da gereken mesajı veriyor. Bu dönem ile yüzleşmek isteyen herkesin okumasını tavsiye ederim.

 SEVDALIM HAYAT
Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli denince zihnimde oluşan görüntü hep sadelik oldu. Ne gazetede yazdığı köşe yazılarının sıkı takipçisi oldum, ne yönetmenliğini üstlendiği filmleri izledim ne de albümlerini çok sevdiğim Türk Halk Müziği arşivime katıp dinledim. Hiçbirini yapmadım. Hatta söylediği ve bugün milyonlarca insana ulaşmış bir anlamda anonimleşmiş eserlerini seslendirirken ki ses tonunu kulağımla bugün bile barıştıramadım. Bunların hepsine insanoğlunun zevklerinin değişkenliği deyip geçebiliriz. Ama anılarını yazıya dökmüş ve bunu yaparken anıların içine sizi buyur eden, bunu yaparken sözcükleri size hiç vurmadan size saygı duyan tarafından seçen insana saygı duymalısınız. İşte bende Sevdalım Hayat eserini daha ilk satırda önümü ilikleme ihtiyacı hissederek okuyup bitirdim. Aslında belki bugün birçoğumuzun müzik sanatçısı olarak tanıdığımız Livaneli’nin yazma sanatının başarısının nereden geldiğini anıları okuduğumda öğrendim. Eserdeki anılardan alıntılar yaparak kitap hakkında yorum yapmak doğru değil. Hangi siyasi görüşe sahip olursanız olun. Ama samimice yazılmış, içinde acılar, dostluklar, ilticalar, mutluluklar ve hainlikler olan anıları bir film şeridi gibi hem okuyun hem de seyredin.

 ASLI GİBİDİR
Harun Çelik

Bir Trabzon’lu olarak ülkede Karadeniz yöresi denilince akla gelen, daha doğrusu görsel medyada özellikle dizi ve sinemalarda Karadeniz insanına biçilen aptal rollerle getirilmeye çalışılan görüntüden nefret ediyorum. Aynı nefreti Doğu Anadolu insanına yine dizi ve sinemalarla biçilen kaba, dünyadan bir haber tiplemesi içinde hissediyorum. Karadenizliler kendileri ile oldukça barışık, espri kabiliyeti yüksek, çabuk parlayan, çabuk yatışan her ortamda gülecek detayı bulup çıkaran insanlardır. Harun Çelik’in “Aslı Gibidir” eseri birçok kişinin başından geçen olayları, olay örgüsü içindeki diyalogları ülkenin renkli yelpazesine katkıda bulunmak adına paylaşması ile ortaya çıkan bir eser. Açıkçası bir Karadenizli olarak gülme konusunda çok seçici biri olduğumdan kitabı okurken kahkaha atmadım, gözlerim gülmekten yaşarmadı. Genel itibari ile ufak tebessümler ile bitirdim kitabı. Bunda en büyük etken, eserde anlatılan olayların birçoğunun hatta daha komiklerinin kendi hayatımda, akraba çevremde yaşayıp defalarca anlatarak gülme krizlerine girdiğimizin çokça olmasıdır. Bu nedenle ister istemez fıkra tadındaki paylaşımlarda seçici oldum. Ben kitabı size, güldürme amacından çok Karadeniz insanının doğallığını keşfetmeniz açısından sayfalarını açmanızı tavsiye ediyorum. Zira eser bu yöndeki amacına ulaşıyor kanımca. Ayrıca eserde hiçbir paylaşıma tebessüm etmeseydim bile eser Erkan Çoruhlu ismindeki bir paylaşımcının “Başumuza Gelenler” başlıklı yazısı ve sonrasında abisi Ergun Çoruhlu’nun bu başa gelen macerayı şiir ile aktardığı dizeler için bile alınıp okunmalıdır. Eser içinde; Volkan Konak imzalı “Güneş Ne Taraftan Doğuyor” Serdal Şahin imzalı “Sen Bağa Has Ettin” ve Ayhan Demir imzalı “Dert Ettukleri Şeye Bak” başlıklı yazıların altını ayrıca çiziyorum.

 İŞGALCİ
Harun Çelik

Filistin’in haklı davasına Müslüman olan bir ülkede eli kalem tutanların sahip çıkmaması insanın kanını donduran bir aymazlık. Bu dava, Türkiye’nin yazılı ve görsel medyasında, işgal edilen topraklarda katledilen çocukların cesetlerindeki ürpertici haber değerinin ötesinde bir şey ifade etmedi. Etmiyor… Bu dava için sesini yüksek perdeden çıkaran insanlar yok değil. Ama genel tablo benim düşüncemi değiştirmeye yetmiyor. Bizler çok kez Hitler’in Yahudi soykırımına ait belgeselleri evlerimize konuk ederken, İsrail’in Kudüs’te, Gazze’de, Beytüllahim’de, Şeria’da Hitler’i aratmayacak soykırımını, Cuma namazlarında ya da Kandil gecelerinde imamın unutmayıp eklediği duasında yarı uyuklar vaziyette, aklımız başka yerde, ellerimizin halsiz duruşu ile gönlümüze konuk ettik. Bu gecekondu hissiyatı güçlendirmek için kollarını sıvayan biri olarak “İşgalci” ile karşımıza Harun Çelik çıkıyor. Kudüs’te bir namaz kılma sevdası ile düştüğü çileli yolda, okurken kendisine yol arkadaşlığı yapmak isteyenlere tavsiyemdir bu eser. Ben okurken; üzerime doğrultulmuş bir Dürzî Kalaşnikofunu, siyah gözlükleri ile MP5 tutan işgalci İsrail askerlerini, El Fetih yanlıları ile sohbet ederken tartışmayı, her şeye rağmen bir Filistin evinde taze bir kuzu keserek hazırlanan bir Maklubeden tatmayı başardım. Harun Çelik eserinde bunları hissettirmeyi başarıyor. Ama aslında en fazla başardığı şey, bizim kardeşlerimizin toprağında yapılan zulme ne kadar uzak ne kadar kayıtsız kaldığımız ayıbı ile yüzleştiriyor bizleri yada beni. Yüzleşmeyi isteyenlere selam olsun.

 KÜRTÇÜLÜK 1924 - 1999
Bilal Şimşir

Birinci cildini beğenerek okuduğum eserin 1924-1999 dönemine ilişkin ikinci cildini açıkçası hiç doyurucu bulmadım. Sayın Şimşir, Cumhuriyet tarihinde Doğu vilayetlerimizde Devlet eliyle yapılan yanlışları o bilindik resmi tarih söylemleri ile geçiştirmiş. Bir kere kendisi kitabın bu cildindeki ön sözünde Türk diline biçtiği rol üzerinden diğer dillere yaşama hakkı tanımamış. Klasik resmi tarih ideolojisi ile hazırlanmış bir cilt olduğu ipucunu okuyucuya vermiş. DP iktidarı döneminde ezanın tekrar Arapça aslından okunmasını eleştirirken, ezanın Türkçe okunduğu dönemde halkın büyük kesimi tarafından sevildiğini bile söyleyebilmiş. Türkçe Ezan konusu, sadece bir iki minarede zorlama ile okutulabilen bir gerçek iken “sevildi” ifadesini kullanabilmek çok garip. Yine Arapça okunan ezan nedeniyle Suriye’nin Hatay ilini kendi vilayeti olarak göreceğini hatta gördüğünü iddia edebilecek kadar ön yargılı yaklaşan Şimşir’e sormak gerek: Ezan Endonezya’da da ve birçok dünya ülkesinde de Arapça aslından okunuyor. Bu durumda Endonezya hangi Arap ülkesinin toprağı acaba? Oldum olası ideolojik tarih yorumlarından nefret etmişimdir. Bu tip insanı hayrette bırakacak yorumları önsözde okuyunca kitabı okumaktan vazgeçebilirdim. Ama adetim olmadığı için 692 sayfalık eseri yine de okuyup bitirdim. Okudukça fikrim değişebilirdi. Ama değişmedi. Zira Cumhuriyet tarihinin en büyük Kürt isyanını bile yine o bilindik resmi söylem ile “şeriat ve irtica” isyanı olarak okuyucuya aktaran Şimşir, bu isyana ait gelişmeleri yalnızca İsmet İnönü ve Atatürk’ün meclis konuşmaları ve hatıralarından alıntılarla anlatmış. Şeyh Sait’in asılması ve bu süreçteki savunma metinleri eserde yer almıyor. İstiklal mahkemelerine, Takriri Sükun kanununa karşı olan mebusların neden muhalefet ettiği birkaç satırlık “dostlar objektiflikte görsün” misali meclis konuşmaları ile güya açıklanmış. Atatürk’ün isyandan sonra vilayet ve ilçelere, kişi ve kurumlara gönderdiği teşekkür ve tebrik telgraflarını sayfalarca okuyucuya aktarıp, bu isyanın arka yüzündeki resmi tarih sır perdelerini kapatmaya çalışmak, dile getirmemek, görmezden gelmek eserin anlatmaya çalıştığı şeyin ruhuna ters bana göre. Eseri okudukça Kürt sorunundan ziyade DP muhalefetine soyunduğu izlenimine kapıldığımı da söylemeliyim. 1950 yılına kadar sürekli dış güçlerin başrolü üstlendiği Kürtçülük 1950 yılında DP iktidara gelince birden bire buhar olup yok oluyor Şimşir’in satırlarında. 27 Mayıs darbesine kadar Kürtçülük akımlarının en büyük destekçisi DP olarak gösterilip dış güçler birden yok oluyor! Bu hali ile okuyucuyu belli bir görüşün ekseninde yönlendirmeye çalışan yazarın eserinin bu ikinci cildini çok yanlı, mesnetsiz ve ideolojik bulduğumu, okurken geçen zamanımın yalnızca bir kayıp olduğunu not düşüyorum.