Site Haritası

2009 Yılı Okudukları (29)


 KOLONİ
Jean Christophe Grange

Polisiye Gerilim türünü bana sevdiren yazardır Grange. Bu son çıkan eserini de tereddütsüz satın aldım. Soluksuz okudum diyemem. Hatta bugüne kadar okuduğum Grange kitaplarından elimde en uzun süre kalan eserinin Koloni olduğunu söylemem gerekiyor. Kitap kötü değil. Grange hayranlarını tatmin edeceğini söyleyebilirim. Ama bir şeyler eksik. İfade etmek çok zor belki ama Grange sanırım bu türde bizi bir guru yaptı. Nedense bölüm sonlarında acaba ne olacak diye çok merak içinde kalmadım Koloni’yi okurken. Seçilen konu Grange ustaya yaraşır tarzda bir orijinalliğe sahip. Ama heyecan dozu biraz eksik. İki polisin araştırdığı cinayetlerin finali daha adrenalin dozu yüksek tarzda olabilirdi mesela. Her şeye rağmen Grange benim için önemli bir yazar ve eserlerini tereddütsüz takip etmeye devam edeceğim. Koloni’yi Grange sıralamamda Kızıl Nehirler-Kurtlar İmparatorluğu-Siyah Kan-Koloni-Leyleklerin Uçuşu-Taş Meclisi şeklinde yaparak yorumumu noktalıyorum.

 ÇANKAYA
Falih Rıfkı Atay

Atatürk hakkında yazılmış onlarca eserin içinde, 15 yıl Atatürk’ün yakınında bulunarak onun dönemine ait gelişmelere bizzat şahit olmuş Atay’ın eserini ayrı bir yere koyma konusunda tereddütlüyüm. Şuna inanıyorum. Eğer Atatürk bugün yaşasa idi Falih Rıfkı Atay’a dönüp bir zamanlar söylediği “Beyler, beni övme sözlerini bırakınız…”  ifadesini yinelerdi. Bizzat hükümet gazetecisi sıfatını taşıyan Falih Rıfkı Atay’ın her konuyu objektif değerlendirmiş olabileceğini düşünmüyorum. Bu durum kendini çok açık hissettiriyor kitap boyunca. Atatürk’ün ilahlaştırılmasına karşıyım. Hepte karşı olacağım. Hepimiz için kutsal olan Kurtuluş mücadelesini anlatan kitaplar özünde çok değerli eserlerdir. Bu noktada bir sıkıntı yok. Ama bu mücadele anlatılırken Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlayan milli mücadele öncesi dönem Atay’ın anlattığı gibi bir Ortaçağ karanlığı olamaz. Tarih hiçbir dönemde ışık hızı ile gelişmez. Her gelişme bir sürecin sonucudur. Bu süreç sonunda toplumlar kendi kahramanlarını oluştururlar. Tarihi bu şekilde değerlendirmeyenin tarihçiliğine itibar etmem. Milli mücadelenin ilk yıllarında Yunus Nadi, Halide Edip Adıvar gibi aydınların kurtuluşun tek çaresini ABD’nin altında bir manda yönetimi olarak görmesi ve bunu dilekçeler hazırlayarak beyan etmelerine dair bilgiyi ilk kez bu eserden öğrendim. Kitap kapaklarına iliştirilen “Her Türk vatandaşının okuması gereken kitap” notlarını sevmiyorum. Atatürk’ü çok sevenler ile hiç sevmeyenler bu ülkede samimiyet ve insaf dairesinde buluşursa Atatürk’ü hepimiz daha iyi anlayacağız.

 HORTUM
Murat Kelkitlioğlu

Yakın geçmişin en önemli nitelikli dolandırıcılığı, daha doğru ifade ile hırsızlığı olan Egebank skandalına dair bir not bu eser. Bir bankanın siyasetçi, iş adamı ve bürokrat üçgeninde yasal boşluklar kullanılarak içinin nasıl boşaltılacağı, hepimizin nasıl ahmak yerine konulacağına dair Yahya Demirel’in başrolünde bir Türkiye gerçeği. Tarihe düşülen önemli bir not olan özverili çalışmada dönemin suç ortaklarını ifşa ettiği için öncelikle yazarı sonra yayınevini tebrik ediyor, gelecek nesillerin bu kitabı her dönem okumasını, içimizdeki dolandırıcıların isimlerini her dönem akılda tutmalarını temenni ediyorum.


 BU VATANI TERKEDENLER
Vehbi Vakkasoğlu

Kitap kesinlikle Sayın Vakkasoğlu’nun fikri dünyasında sevdiği insanları övme, sevmediklerini yerme ana fikrinden doğmuş. Araştırma ve en önemlisi objektiflikten uzak, neyi hedeflediği belli olmayan, kaçamak, ucuz bir kitap. Ucuz kelimesini bir kitap için belki de ilk kez kullanıyorum. Sebeplerini sıralamakta üstüme vazife. Onlarca hataları ve saçmalıkları yüzünden ülkeyi felakete sürükleyen Enver ve Talat paşa gibi şahsiyetler hayatlarının son demlerinde sanırım 2.Abdülhamit’e hak verdikleri için Vakkasoğlu tarafından ülkeyi hazin olarak terk edenler sınıfına dahil edilmiş ve neredeyse büyük İslam neferleri statüsüne sokulmuş. Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisi ile kendi iradesi ile ülkeyi terk etmesi (kaçması) es geçilerek, kendisinin hazineden tek kuruş almaması büyük bir erdem gibi gösterilmiş. Sırf Said-i Nursi, hakkında olumlu fikirler beyan etmiş diye Prens Sabahattin yakın geçmişin en önemli şahsiyeti oluvermiş Vakkasoğlu’nun süzgecinde… Refik Halit Karay sırf Atatürk inkılâplarına karşı olduğu için yine aynı süzgeçten geçerek hazinler sınıfına girivermiş. Kitapla hiçbir alakası olmamasına rağmen bu bölümde Karay’ın “Deli” adlı piyesinin metninin kitaba eklenmesi bile bir saçmalık bana kalırsa. Bu piyes ile ne amaçlamış Vakkasoğlu anlamak mümkün değil. Gerçi anlaşılıyor da samimiyetsizliğin boyutu çok sinir bozucu oluyor. Namık Kemal’in anlatıldığı bölümde kendi inandığı doğruyu okuyucuya dayatmak için Necip Fazıl’dan alıntılar yapan Vakkasoğlu aynı Necip Fazıl’ın onlarca konferansta Namık Kemal için  “zevksiz, tahsil noksanı” sıfatları ile bir sahte kahraman sınıfına soktuğu gerçeğini görmezden gelmiş. Hatta aynı Necip Fazıl, Namık Kemal’in “vatan şairi” sıfatı ile de dalga geçmiştir geçmişte. Yıllarca vatan toprakları dışında yaşamış Cem Sultan 1,5 sayfada anlatılmış. Ne anlatılmış, neden kitaba konulmuş anlayan bana da anlatsın derim. Kitabın ismi ile içeriğinin hiçbir ilgisi yok. Samimiyet yok. Ne olursa olsun; eğer siz İngiliz gemisi ile kendi iradesi ile ülkeyi terk eden Vahdettin’i “vatan haini” sınıfına sokmuyorsanız -ki bana göre de vatan haini değil kendisi- yine ülkeyi kendi arzuları ile terk eden komünistleri de vatan haini ilan edemezsiniz. Said-i Nursi ile iyi geçinenler, onun fikirlerini benimseyenlere bir methiye bu kitap. Birçok eserini severek okuduğum yazarın adaletli hazırlamadığı art niyetli bu neşriyatı, okuduğum son kitabıdır bugünden itibaren…

 NAMAZI ANLAYARAK KILMAK
Davut Aydüz

Namaz şahsi kanaatime göre de Arapça aslından okunarak kılınmalı. Bu eser en azından günde 5 vakit dile getirdiğimiz sure ve duaların özet meallerini hatırlatma görevini üstlenmiş. Sadece bir meal kitabı değil, namazın tadili erkanına uymamız adına yapılan küçük ve doğru hatırlatmalarda eseri önemli kılıyor. Yaradana ellerinizi açtığınızda; nasıl dua etmeliyim diye düşünüyorsanız, eser sonunda hem Arapça meal hem de Türkçe dua metinleri size yardımcı olacaktır.



 SAHTE KAHRAMANLAR
Necip Fazıl Kısakürek

Sahte Kahramanlar, içerisinde kitaba isim veren konferansın dışında “İslam ve Öbürleri” başlığı ile dinleyicilerle buluşan 2 konferans metninden oluşuyor. Necip Fazıl Kısakürek kahramanlığın tanımını yaptıktan sonra sahtelerini açığa çıkarmaya çalıştığı ilk konferansında kahraman kabul edilinceye kadar cemiyetlerini rahatsız eden fikir adamlarından başlayıp, Osmanlı tarihinde önemli mevkiler kazanmış kişileri yeren konuşması ile konferansını sonlandırıyor. Bu bölümde özellikle Tevfik Fikret, Namık Kemal ve Mithat paşa, Kısakürek tarafından ağır ithamlarla eleştiriliyor. İslam ve Öbürleri konferansında ise dünya üzerinde taraftar toplamış temel felsefi akımlar ve yönetim sistemleri Kısakürek’in sert ve tavizsiz eleştiri oklarına hedef oluyor. Konferansların düzenlendiği tarihlerde Necip Fazıl’ı daha sert bir üsluba sahip olduğu onun eserlerini okuyanların gözünden kaçmayacaktır. Tüm fikir akımlarının Necip Fazıl Kısakürek cenderesinden geçtiği sert bir konferans…

 IRAK VE SADDAM HÜSEYİN
Yılmaz Kalkan

Yazar; “şu fani dünyada benimde basılı bir kitabım olsun” hissiyle mi yazmış bilmiyorum ama eseri okuduğunuzda sizinde zihninizde böyle bir düşünce oluşabilir. 112 sayfalık kitap; Ortadoğu’da Osmanlı hâkimiyetinin son dönemlerinde Arap toplumunda başlayan milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri ile başlayıp Saddam Hüseyin’in 1990 yılında Kuveyt’i işgali sonrası başlayan Körfez savaşı ile sona eriyor. Yaklaşık 200 yıllık bir tarihi 112 sayfaya sığdırma amacı da bir başarı sayılır elbet. Ama bunu yapmak için kitap yazmaya gerek yok aslında. Yakın tarihte yaşanmış, Saddam Hüseyin’in başrol oynadığı gelişmeleri kısaca hatırlamak isteyenler için faydalı olabilir kitap. Ancak çok sıradan, birkaç ansiklopedi ya da dönemin gazete kupürlerinden sizinde çok rahat derleyebileceğiniz bir kitap. Benim yorumum bile neredeyse kitabın içeriğinden daha dolu hale gelecek. O nedenle susuyorum. www.kitapyurdu.com sitesinin bu eseri hediye olarak göndermesi de başlı başına eserin sıradanlığının kanıtı zaten. Maalesef bu ticari üçkâğıttan vazgeçmedi ilgili site. Çok sevdiğim sitenin bu tip eylemleri, puan kataloguna nerede okunmayan gereksiz kitap varsa koyan saçma zihniyetinden gına geldi.

 KERBELA
Hüseyin Algül

Tüm Müslümanların yüreğinde sızlayan bir yaradır Kerbela faciası. Emevi’lerin İslam tarihinde bıraktığı kara lekelerden biridir. Hüseyin Algül bu sızlayan yarayı kaleme almış eserinde. Faciadan önceki siyasi durumun bir özeti ile başlayan eser halifeliğin ya da halifelikten ziyade iktidarın Mervanilere geçişinden sonra yaşanan olaylarla son buluyor. Aslında kitap yalnızca Kerbela konusunu işlemiyor. Bu bakımdan çok başarılı bulmadım eseri. Zira Kerbela başlı başına bir konu ve daha detaylı araştırılıp esere dönüştürülebilecek kadar önemli ayrıntılar içeriyor İslam tarihinde. Yazarın Kerbela’ya giden yolda eserin başında Hz Ali (r.a) ve Hakem Olayını birkaç paragraf ile geçiştirmesi de gelişme bakımından eksik kalan diğer bir yön olarak dikkat çekiyor. Zira Hakem olayı ile İslam dinine bulaşan ayrılıkçılık, Emevi iktidarının başı olan 1.Muaviye ve Yezid önderliğinde maalesef sınır tanımaz bir baskı rejimine dönüşmüş, bu baskının, adaletsizliğin ve zulmün sonunda Efendimizin (SAV) “bu dünyadaki reyhanlarımdır” dediği sevgili torunu da maalesef şehit edilmiştir. Eserde anlatılan gelişmelere numara verilerek dipnot düşülmüş. Bu dipnotlar konu içerisinde işlenmeli, dipnot yalnızca kaynak isminin verilmesi şeklinde kitaba yerleştirilmeliydi. Dipnotlar anlatılan konu ile birebir alakalı çünkü. Hal böyle olduğu için gözü yoran ve okuyucunun kitaptan kopmasına yol açan bu dipnotlar hatalı bir uygulama olmuş. Eser işlediği konu itibari ile yine de okunmayı hak ediyor. Ancak yalnızca bu eseri okuyarak “Kerbela faciası hakkında fikir edindim” dememenizi tavsiye ederim.

 KOD ADI DARBE
Zihni Çakır

Cumhuriyet tarihinin en önemli ve en kapsamlı davası olarak nitelendirilmesi mümkün olan Ergenekon yapılanması ne yazık ki siyaset malzemesi yapılarak çözülmeye çalışılıyor. Demokrasi ve sandık iradesini içine sindiremeyen, kimi zaman “Derin Devlet” kimi zaman “Zinde Güçler” olarak tabir edilen odaklar, Türkiye’de ayrışma üzerinden nemalanmaya devam ederek bugünlere geldi. Ne kadar siyaset malzemesi yapılırsa yapılsın, işine gelen kendi ideolojisine yakın olanı korumaya alırsa alsın, Ümraniye’de başlayan ve ülkenin birçok noktasında çıkan bombaların, krokilerin, hain planların sorgulanması ve bu sorgu sonucunda faillerin cezalandırılması gerekiyor. İşte bu kitap sonu darbeye gidecek bir yapılanmanın başrol oyuncularını gözler önüne sermesi bakımından önemli. Gizli belgelerin Zihni Çakır’a kimler tarafından servis edildiğini bilmiyorum. Hatta yer yer AKP avukatlığına soyunan bir hava bile seziliyor eserde. Ancak konu önemli. Toplumun büyük çoğunluğunun yaptığı gibi Ergenekon’u işine geldiği gibi yorumlama gafletinde bulunanlardan olmadığım için önemli bir eser olarak görüyorum kitabı. TV ekranlarında vatanseverlik taslayan hainlerin kirli ilişkilerini merak edenler okumalı…

 ATEŞİN YAKMADIĞI AŞIK
Dilaver Selvi

Eseri içinde bulunduğumuz Ramazan ayında okumak daha bir güzel geldi gönlüme. Yazarında beyan ettiği gibi dinimize ait güzellikleri ve örnek davranışları kendimize rehber edinmek için konu başlıklarına uygun hadisleri okumak daha akılda kalıcı bir yöntem. Ateşin Yakmadığı Aşık sizi yakmadan, kırmadan hatırlatmalarda bulunuyor. Yaşanmış mana yüklü hadisleri, rivayetleri ve hikâyeleri okuduğunuzda kulluğunuzu sorgulama ihtiyacını hissedeceksiniz. Bunu hissettirebildiği ölçüde eser amacına ulaşmış olarak her okuyucuda ayrı bir yere oturacaktır şüphesiz.


 1 MART VAKASI
Deniz Bölükbaşı

1 Mart 2003 tarihinde, Türkiye’nin kendi sınır bölgesindeki rolünün ne olacağı sorusu TBMM tarafından tezkereye verilen ret yanıtı ile farklı görüşlere yol açtı bugüne kadar. Tezkere sonrası bugün gelinen noktada o günkü kararın doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna herkesin kendi vicdanında karar vermesini amaçlamış değerli bir eser bu kitap. Tezkere sürecinde baş müzakereci konumunda olan Deniz Bölükbaşı’nın tarihe düşülen not anlamında böyle bir çalışmayı yapması ayrıca çok önemli bir yere sahip. Şahsım adına o gün meclis sıralarında ret edilen tezkere için yanlış bir karar kanısına varmıştım. Şu anda sınırlarımızda meydana gelen gelişmeler düşüncelerimin yanlış bir istikamette olmadığını gösteriyor bana. Deniz Bölükbaşı tezkereye “Hayır” demekle neleri kaybettiğimizi ayrıntıları ile anlatmış. Siyasi yaşamını iktidar partilerinin ortaya koyduğu her düzenlemeye kayıtsız şartsız “Hayır” diyerek yürüten CHP ile bu süreçte tek başına iktidar olmasına rağmen kendi içinde bir görüş birliğine varamamış AKP bugün sınırlarımızda yaşanan; Türkmenlerin planlı bir şekilde ezilerek yok sayılmasından, PKK terörünün Barzani’nin kamplarında ülkemize karşı yürüttüğü hain saldırılar için cirit atmasından, kafamıza geçirilen çuvallardan aynı oranda sorumludur benim fikrime göre.

 AŞKNAME
İskender Pala

Kuş uçmaz kervan geçmez kütüphanelerin tozlu arşivlerinde kalan ve onları günümüz diline sanat ruhundan bir şey kaybettirmeden çevirecek babayiğitleri bekleyen aşk öyküleri… İskender Pala aşk adına yine büyük bir boşluğu doldurup, yazanları ve bu efsanevi aşkları yaşayanları ölümsüzleştiriyor bir kez daha. Teşekkürü bu aşk öykülerini bize anlatan İskender Palaya mı yoksa bu aşkları yaşayan sevdalılara mı edelim? Eseri okumak, her ikisine de teşekkür etme şansını veriyor bizlere.



 BİZ HAYIR DİYORUZ
Eduardo Galeano

Uruguaylı yazar Galeano ile tanıştığım ilk eseri. Tanışmama vesile olan Sayın Kadir Bilen’e teşekkür etmekte görevim. Metis şeçkileri içinde yer alan eser Galeano’nun farklı zamanlarda kaleme aldığı 26 yazıdan oluşuyor. 1967 yılında yazılanı da var, 2006 yılında yazılanı da… Genel olarak eleştirel bir üslubu olan Galeano, hemen hiçbirimizin evine TV ekranı ile konuk olmayan! Latin Amerika ülkelerinin dramını, bu ülkelerde yaşanılan insanlık dışı gelişmeleri paylaşıyor bizlerle. “Azınlığın israfı için çoğunluğun sefaleti gerekli. Azıcık kişi daha çok tüketmeyi sürdürsün diye çoğunluğun daha az tüketmesi gerekiyor. Ve kimse çizginin dışına çıkmasın diye sistem savaş silahlarını kat kat arttırıyor” şeklindeki haklı isyanını bundan 40 yıl önce dile getirmiş olmasına rağmen bugün de değişen bir şeyin olmaması kimin suçu? Toprak alanı yani yüzölçümü daha büyük olmasına rağmen dünya haritasında bile daha küçük gösterilen ülkelerin dramına “Hayır” diyen Galeano, yazılan kitapların bile bu masum ve mazlum halktan ziyade, sistemin içinde yer alan okuyucuya ulaşmasını bile eleştiriyor. Sistemin içinden biri değilseniz ve ideolojiniz ne olursa olsun haksızlığı dile getirene hak veriyorsanız, kitabı bitirdiğinizde sizde “Hayır” diyenlerden olacaksınız.
 

 HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR
Kemal Sayar

Hayatın kimilerine keder dolu bir sınav yüklediği dünyada, yaşanılan her güzelliğin arkasındaki anlamı görebilmek belki de Kemal Sayar gibi psikiyatristlerin öncelikli görevi. Bu anlamı karınca kararınca kitabın ilk bölümünde okuyucusu ile paylaşıyor yazar. 5 ana bölümden oluşan eserde altını daha kalın çizgilerle çizdiğim satırları ve bu satırların yer aldığı başlıkları paylaşmak istiyorum.

Eğer dindarlık ahlakın bekçiliğini yapmak değil de, sadece kimi ihale ve makamlara kolay ulaşmanın kartı haline geldiyse, Türkiye’de dindar adamında bir günahı vardır…”  dediği “Dindarın Günahı”

“Koca bir ülke, adeta, herkes birbirinin suçunu bildiği için kimsenin konuşmadığı bir suç şebekesi…” dediği “Önce Ahlak” 

İdeolojik itiş kakış arasında birkaç nesil heba oluyor. Türk ailesi için alarm zilleri çalıyor. Babalar zaten çoktandır iş gezisinde…” dediği “Babam İş Gezisinde”

Bir anne babaya çocuk eğitiminde düşen görevleri özetlediği “Korkuyorum Anne” Çocuklarımızın bencil olmasına sebep olduğumuz yanlışlarımızı hatırlatan “Hormonlu Çocuklar” ve çıkış yolu gösterdiği “Organik Çocuklar” Ruh ve sinir hastalıkları hastanesi koridorlarında sizi hüzünle dolaştıran “Hayat Teselli Bulmaktır” Fakiri kültürsüzleştirip insan yerine koymadığımız ve yok saydığımız “Görünmez Duvarlar” ile “Asansörde Birden İsa

Türkiye’de aklı başında gibi görünen pek çok insan, demokratik bir ülkede nefret suçu sayılabilecek söylemlerde bulunuyor. Nefret konuşmasını çoğaltıyor. Sokaktaki vatandaşın ‘kara donlu, kıllı’ veya ‘göbeğini kaşıyan adam’ olarak aşağılandığı, hikâyesinin ve dolayısı ile yaptığı seçimin önemsizleştirildiği ayırımcı yaklaşımlar gazete köşelerinden üstümüze püskürtülüyor” diyerek topluma düşman olanların ülkede bir hoşgörü iklimine vesile olmaktan ziyade kamplara bölüp nefreti daha da körüklemek dışında bir şey yapmadıklarını anlattığı “Nefret” yazıları çok önemli.

Her kitabın bir anlamı var diyerek bu anlamlı çalışmayı kitapseverlere tavsiye ederim.


 HAYAT VE HATIRATIM
Rıza Nur

Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım serisini okumayı uzun zamandır düşünüyordum. Zira Türk siyasetinde önemli bir yere sahip olan ve muhalif kişiliği ile tanınan Rıza Nur’un hayli tartışılan anı ve ifadelerinden birçok eser alıntı yapmış ve tartışma yaratmıştı Türkiye’de. Özellikle İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’e olan muhalifliği bu tartışmada sanırım en önemli etken. Resmi tarih söylemlerinden farklı bir yakın tarih okumak isteyenler için okunması gereken bir seri diyebilirim. Serinin bu birinci kitabında Rıza Nur çocukluğundan ve ailesinden başlayarak Anadolu’da oluşan Kuvayi Milliye hareketine kadar getiriyor okuyucuyu. Birinci ciltte dikkat çeken unsur Rıza Nur’un kimseye güvenmeyen ve sevmeyen bir kişilikte olması. Bunu çok açık sık sık dile getiriyor eserinde. Muhalif kişiliği, genç yaşında hemen her şeye yaptığı itiraz, gençlik yıllarında tıbbiye mektebindeki kavgaları hayli ilginç. Rıza Nur eserinde kendisine ait yanlışları da samimiyetle ifade etmiş. Çapkınlıklarını, rezilliklerini bile kaleme almış. Belki bu sebeple Rıza Nur’un eleştirdiği kişilerle ilgili kavgalarını düşüncelerini okurken bu satırlar samimiyetsiz ve yalan olarak gelmiyor okuyucuya. Bana gelmedi en azından. Özellikle İttihatçı hareket içinde yer alan Rıza Nur 2.Abdülhamit’i gayet net ve tartışmasız istibdat padişahı olarak değerlendiriyor ve bugün 2.Abdülhamit’e methiyeler düzmek için yarışan günümüz yazarlarının çoğunu köşeye sıkıştıracak anılara sahip. Tabi İttihatçı hareketten ayrıldıktan sonra ülkeyi bir uçuruma yuvarlayan ve Abdülhamit’i mumla aratacak bir istibdat yönetimi uygulayan bu harekete de en sert muhalefeti yine kendisi yapıyor görünüyor. Tıp eğitimi süreci de hayli ilginç ve zengin bir birikime sahip. Rıza Nur bu eseri kaleme aldığında 17 yıllık evliliğini sürdüren bir yazar. Bunu şunu için yazıyorum. Refikası olan hanım tam bir zır deli. Tartışmasız bir deli. Hanımının yaptıklarını okurken ben bu kadını pencereden aşağı atmak istedim açıkçası. Benim bile okurken psikolojimin bozulduğu bir evlilik sonucu Rıza Nur’un psikolojisinin bozulmamış olması sanırım mümkün değil. Belki bu cehennem azabını içeren evliliği sebebiyle geçmişe dönük anılarını değerlendirip kaleme alırken daha acımasız olmuş olabilir Rıza Nur. Ben eseri işaret yayınlarından okudum. Objektif ve yorum yapmadan hiçbir satırı da kesmeden düzenlenmiş olması çok önemli bu eser için. Resmi tarih adıyla birçok eserin yok sayıldığı Türkiye’de bu eserde zamanla içi kırpılmış ve suya sabuna dokunmayan bir hatıra defterine dönüşebilir bazı yayınevlerince. O nedenle bir an önce okuyun derim.

 BALDAKİ TUZ
Yaşar Kemal

Yaşar Kemal’in 1960 ile 1974 yıllarında kaleme aldığı köşe yazılarının bir bölümünün derlendiği bir eser. Yaşar Kemal, hayatına 17 yaşında tanıştığı Sosyalizm düşüncesinin yön verdiğini ve sanatının, yazarlığının bu düşünce ile paralel gittiğini ifade eder. Kitap içerisinde derlenen yazıların belirli kısmında Sosyalizm fikrinin ön plana çıktığını ve bu düşüncenin iktidara gelebilmesi için halktan kopmadan neler yapılması gerektiğini anlatan bir Yaşar Kemal var. Ancak her yazıda salt Sosyalizm propagandası yer almıyor. İnsan olan herkesin Yaşar Kemal’e hak vereceği toprak reformu, Amerika eksenli yanlış politikalar, Türkiye’nin saçma sapan yasaklar dönemine ait eleştirilerinde yerden göğe kadar haklı Yaşar Kemal. Kitabın bir bölümü de bir anlamda kendisi ile aynı düşünce platformunda yer alan çeşitli yazar ve sanatçıların övüldüğü, bir anlamda vefa borcuna benzeyen yazılardan oluşuyor. Yaşar Kemal’i okumadan Yaşar Kemal’e karşı olanlar ile Yaşar Kemal’i okumadan Yaşar Kemal’e tapanlar okumalı derim. Yaşar Kemal ile siyasi görüşümüz aynı paralelde değil. Düşüncelerine katılmadığım birçok yazısı da var kitapta. Ancak yine de okumaktan büyük keyif aldım. Çünkü kitapları salt bana öğretilen fikri dünyamla değil, okudukça zenginleşeceğimin bilinci ile okudum bugüne kadar.  Bugünden sonra da böyle olacak. Yaşar Kemali okuyan birçok insanın sağ görüşlü bir yazarın eserine burun kıvırdığını bilsem de ben bir kitapseverim. Bu yapıda olamam. Bu nedenle de her çiçekten bal bazen de tuz almaya bakarım…

 ŞEHİR MEKTUPLARI
Ahmet Rasim

Sabırla okuyup bitirdiğime şükrettiğim, berbat ötesi, sıkıcı, saçma sapan bir eser… Eğer kitaba başladığım sırada şehirlerarası bir yolculuk yapıyor olmasaydım eser elimde bir iki ay sürünürdü. Neyse ki yolculuk esnasında yapacak başka bir şeyim olmadığı için kitabın % 70’ni bu esnada bitirmiştim. Geri kalanını da strese girerek bitirdik çok şükür. 100 yıl öncesinin İstanbul’unu merak edenler Ahmet Rasim’in şaheseri kabul edilen bu Şehir Mektupları kitabını okumalıymış. Birbirinden kopuk, aynı yazı içinde saçma sapan ne anlattığı ne gözlemlediği belli olmayan gözlemler eğer şaheser ise diğer okuduğumuz Türk edebiyatı eserleri başka bir şey olmalı. Kesinlikle okumayın. Bu kadar net söylüyorum ve ısrar ediyorum. Bu noktada bir eleştiri de kitapyurdu.com sitesine yapmalıyım. Puan kataloğunda bulunan kitapların hemen hepsi bu tip okunmayan ve gereksiz eserlerle dolu. Ben şahsım adına okuduğum kitapları puan kazanmak için yapmıyorum. Ama mademki bir puan sistemi var, puanlarımla da istediğim bir kitabı seçebilmeliyim. Ancak yıllardır bu konuyu kitapyurdu çözmüyor ve değerli yorumlarımızla zenginleştirdiğimiz sitede bize değersiz eserlerden oluşmuş bir katalog sunup sözde puan harcatıyor. Ahmet Rasim’in bu eserini de zorunlu olarak bu katalogdan seçtim ve yine puanla yaptığım bir alışverişten pişman oldum. 

 DUMLUPINAR
Bülent Çaplı

1953 yılında İsveç bandıralı Naboland adlı yük gemisi ile çarpışan Dumlupınar denizaltımızın hazin öyküsünü belgeler ve fotoğraflar eşliğinde anlatan Bülent Çaplı’ya ve çalışmada emeği geçen herkese teşekkür etmek gerek. Evet, hazin bir tarih… 81 askerimizin şehit olmasına yol açan hüzünlü bir tarih sayfası. Torpido dairesinde mahsur kalan 22 askerimizin kurtarılmaya çalışılması esnasında deniz akıntısının, teknolojik yetersizliklerin dalgıçların ölümü göze alarak giriştiği dalma mücadelesine olumsuz etkilerini okudukça, ölüme yavaş yavaş terk edilen askerlerimize bir ağıtta siz yakacaksınız. Kaza sonrası dava süreci ile sona eren kitapta bir şey dikkatinizi çekecek. Kazadan 5 yıl sonra bir tatbikat adı altında denizaltıyı çıkarmak için girişilen mücadele de işin sonuna gelinmişken “tatbikat bitti”  denilerek çalışmalara son verilmesi ve aradan geçen 56 yıldır hala Dumlupınar’ın denizin derinliklerinde bulunması… Bu da ayrı bir hüzün.

 ÖNEMLİ İŞLER DAİRESİ
Cüneyt Özdemir

199. sayfaya kadar yazılan her satır çok ilgi çekici… Türkiye’nin istihbarat geçmişini, emekleme döneminden alarak dönemlerin ilgi çekici başlıkları ile bugünlere taşıyan biraz Soner Yalçın kokan Önemli İşler Dairesi… 199. sayfada Refahyol hükümetini yıkmaya yönelik, bir gecede palazlanan ve ekranlarımıza taşınan Aczimendilerin sonunu İstihbaratın hazırladığını okuduğumda kanım donuyor. Bu yıllarda yaşamış bir birey olarak, “irtica” sloganı ile kamuoyunu Fadime Şahin’ler ve Müslüm Gündüzlerle meşgul eden anlayışın arkasında demek ki medya ile istihbarat el ele çalışmış. Ben bu bölümde yazanları okuduğumda bu tespite vardım. Ama Sayın Özdemir kitabında bu utanç verici 28 Şubat sürecine giden senaryonun kahramanlarını kimlerin çıkardığından ziyade kimlerin bitirdiği noktasından hareket etmiş. Bu anlayış bu sayfadan sonra kitabın kafamdaki inandırıcılığını yerle bir etmeye yetti doğrusu. Yine bir resmi söylem gazeteciliği, yine “söylenmeyeni söylüyoruz yazılmayanı yazıyoruz” diyerek perde arkasında sırıtan gerçekleri kamufle eden gazetecilik anlayışı… Yazık! Sırf bu bölüm nedeniyle kitap içerisinde yer alan onlarca başlığa getireceğim hiçbir yorum yok. Yine büyük ümitlerle bu kez farklıdır diye satın alıp okuduğum, ancak M.Ali Birand tedrisatından çıkmış Özdemir’in, Soner Yalçın kopyası bir keyfi derin devlet derlemesi ile karşılaşmanın üzücülüğünü de belirtmek boynumun borcu bir okuyucu olarak.

 KAFKASYA VE ORTA ASYA ENERJİ KAYNAKLARI
Çağrı Kürşat Yüce

Çağrı Kürşat Yüce Türkiye açısından oldukça önemli bir konu hakkında eser hazırlamış. Ancak eseri bitirdiğimde cadı kazanının kaynadığı Orta Asya’daki enerji mücadelesini çok cılız bir kapsamla açıklamaya çalıştığını gördüm yazarın. Bunda bana göre en büyük etken, Yüce’nin konu hakkında yazılmış tüm eserlerden paragraflar alıntılayarak kitabını hazırlamış olması. Yani bir yazarın ele aldığı konu hakkında hazırladığı 400 sayfalık bir eserde okuyucuya yeni ufuklar açacak kayda değer altı çizilecek hiçbir satırının olmaması çok üzücü. Okuma süresince altında numaralandırılarak kaynağın belirtilmediği hemen hemen hiçbir paragraf yok. Bu durum kitabın akışını da etkilemiş.  Alıntı yapılan eserlerin geneli de 1995–2005 yılları arasında kaleme alınmış eserler. Özellikle kitabın ilk 50 sayfalık giriş bölümü ilkokul ders kitaplarını andırıyor. “Jeopolitik” ve “Jeostratejik” kelimelerinin tanımını, konu hakkında fikir üreten bir dünya insandan okutuyor size Yüce. Ve çok sıkıcı bir giriş bölümü ile sizi kitaba sokuyor. Orta Doğu ve Kafkaslarda rezerv rakamları ile yine sıkıcı bir gelişme bölümü mevcut eserde. Kitapta ifade edilen enerji mücadelesi hemen herkesin zihninde yer alan şeyler. Farklı ve daha derin detaylar yok. Bu durum bu kadar kapsamlı bir konunun çok cılız işlenmesi ile sonuca ulaşmış benim görüşüme göre. Özetle hoşuma gitmediğini söylemeliyim.

 UÇURTMA AVCISI
Khaled Hosseini

Uçurtma avcısı dramatik bir hikâye… Emir ve Hasan adlı iki çocuğun Afganistan’daki çocukluk yıllarından başlayıp Emir’in Amerika’ya babasıyla iltica etmesiyle değişen, geçmişe dönük ihanetlerin, korkaklıkların ve yalanların sorgulandığı bir roman. Yazarın Afgan olması ve 80’li yıllarda Amerika’ya sığınması “kendi anılarından bir derleme mi acaba?” sorusunu zihnimde uyandırdı konu hakkında… Özellikle Emir karakterinin Hasan’a karşı ihanetlerini, korkaklıklarını okudukça çok sinirlenip kitabın içine girerek Emir’i tekme tokat dövme isteği duyabilirsiniz. Roman olması bakımından sürükleyicilik konusunda çok başarılı bir eser. Konunun orijinalliği ve gerçeğe yakın duruşu da başarılı olmasında etken kanımca. Konu gerçeğe yakın, zira bugün bile Afganistan halkı benzer çileleri halen çekmekte. Kitap hakkında getireceğim tek eleştiri; Taliban yönetimi ile İslam dini arasında bir bağlantı kurarak sanki sinsice İslamiyet’e taş atmış Khaled Hosseini. Taliban İslamiyet temsil etmiyor. Şeriat düzenini de uygulamıyor. Zina yapanı çukura gömüp taşlayarak öldürmek bizim dinimizde yer almıyor. Hiçbir aklı başında müslümanda bu insanlık dışı uygulamayı İslam yorumu olarak yutturamaz. Hosseini sanırım Amerika’ya iltica etmesinden dolayı mensubu olduğu ülkenin resmi dinini tam olarak öğrenememiş. İki ana karakterin önderliğinde Afgan halkının dramını anlatan yazar ayrıca ülkeden kaçarak bu zulüm ile mücadele etmeyen kendi gibi Afgan kökenli insanları da eser içinde eleştiriyor. Dramatik, hüzünlü, acı veren bir roman Uçurtma Avcısı…

 KUZEY IRAK
Hasan Celal Güzel

Kürtçülük ve ayrılıkçı terör konusunda doğru analiz ve tespitleri bu kadar dobra dobra dile getiren bir siyaset adamına selam olsun. Hasan Celal Güzel ile yapılan bu söyleşiyi okurken, sınırlarımızda oluşturulmaya çalışılan federe Kürt devletinin başımıza ne çoraplar öreceğini daha net göreceksiniz. Hasan Celal Güzel, bugün PKK terörü, siyasi uzantılarının meclise taşınması, Talabani ve Barzani, Kuzey Iraktaki Türkmenlerin dramı gibi sorunların başlıca sebebini 1 Mart tezkeresine bağlıyor. Bu tezkereye hayır demekle burnumuzun dibinde zararı bize dokunacak bir süreçte bertaraf edilmenin yanlışlığını dile getiriyor haklı olarak. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmak ile dünyanın bir ucundan gelip bu bölgeyi işgal eden ABD’nin bölgede gerçekleştirmeye çalıştığı siyasi tehlikelere göz yummanın ahmaklığının altını çiziyor. Tezkere sürecinde MGK ve Silahlı kuvvetlerin suskunluğunu ise “Başörtüsü ve İmam Hatip konusunda sürekli deklarasyon yayınlayıp saatlerce toplantı yapan bir kurum en fazla fikir beyan etmesi gereken konuda suskun kalmıştır” diyor. Hasan Celal Güzel’in tespitlerinin tamamına katılan bir okuyucu olarak hala, Kuzey Irak ve Kürtçülük siyaseti ile ülkeyi bölmeye çalışan oluşumlara seyirci kalınması, Irakta ezilen ve katledilen Türkmenlere karşı hiçbir politikamızın olmaması, Barzani ve Talabani’ye gereken tokadın atılmaması kanıma dokunuyor. Soruları soran Selman Kayabaşı’nı da tebrik etmek gerek. Zira sorular çok net. Cevaplarda bir o kadar net. Herkesin okuması gereken bir eser diye düşünüyorum. 

 SEVGİ VE KÜRESEL NAMERTLİK
Hüseyin Hatemi

Tam 185 köşe yazısı… Derin tarih birikimine sahip yazar, hukukçuluğunun verdiği terbiye ile adalet topuzunu yerli yerinde kullanıyor. Ahlak kuralının değişmez amentüsü olan sevgiyi ön planda tutan Hatemi; sevgiye karşı; Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de süregelen namertliğin altını çiziyor. Köşe yazılarının genelinde Ehl-i Beyt sevgisini içinizde hissediyorsunuz. Müslüman alemini aynı hatalara düşmemek adına uyarmaktan yorulmuyor. Dünya canavarının (ABD ve işbirlikçi destekçileri) Irak’tan sonra İran’a saldırmak için en yakın komşusu Türkiye ile ilişkilerini bozmak adına ortaya koyduğu senaryolara dikkat çekiyor. Müslümanları potansiyel terörist gibi gösteren anlayış ve bu senaryolarla bizim bile İran denilince zihnimizde oluşan kara tablonun altını eşeliyor. Aynı oyuna tekrar gelmeyelim diye çırpınıyor. İlahi adalet ve Hak sevgisi ekseninde Müslüman aleminin aklını başına toplamasını istiyor. Türkiye’de İslami bakış açısını kin ve düşmanlıklardan ayıklayarak doğru İslami bakış yönüne çeken ender aydınlardan biri bana kalırsa Hüseyin Hatemi… Hoşgörü ve diyalog anlayışını da “zıt kutuplarda isek kendimizi yormanın alemi yok” mukabilinde havanda su dövmeyi de yerine göre reddediyor. Sanırım bu sebeple artık Abant platformlarına katılmıyor ve çokta iyi yapıyor. Hatemi’nin üslubu bazı okuyuculara ağır gelebilir. Cümle içerisindeki örneklemeleri, parantezleri, tırnakları yer yer sizi yoruyor olsa da kitap bittiğinde üzüleceğinize eminim. Lamure yayınlarının kitap maliyetini arttırmamak adına her köşe yazısı sonunda yeni yazıyı sayfa atlamadan dizgilemesini taktir ettim. Ancak yazı karakteri gerçekten çok göz yoruyor. Bunu da belirtmek gerek.

 KIL BENİ EY NAMAZ
Senai Demirci

Önce özürle başlıyor satırlar… Kılanların, kılmayanları ya da kılamayanları yanlış değerlendirmesinden, eleştirmesinden sebep bu özürler. Senai Demirci samimi bir eser kaleme almış. Takdire şayan olduğu kesin… Ancak zorlama bir edebiyat üslubu hissettim kitabın yarısına kadar. Sanki okurken kelimeler zihninize daha yerleşmeden uçup gidiyor. Kurulan cümleler, akılda bir tortu bırakmıyor. Kitaba “Namaz Nasıl Sevilir” bölümünden sonra kendimi verebildiğimi söylemeliyim. “Sen” yerine “biz” ifadesini yerleştirse anlatıma, daha mı akıcı olurdu acaba? Haddime düşmez bunu sorgulamak… Kitabın ana temasının kutsallığı ve samimiyeti hürmetine susuyorum.


 VERYANSIN
Nihat Genç

Nihat Genç ile Serdar Akinan’ın  SKY Türk televizyon kanalında birlikte haftanın siyasi gelişmelerini masaya yatırdıkları sohbet programının özet bir derlemesi bu kitap. Nihat Genç o kadar çok şeye veryansın ediyor ki yetişmek mümkün değil. Daha çok AKP hükümetine yönelik eleştiriler ön planda eser boyunca. Yozlaşan siyaset, dini duyguları istismar ederek halkı dolandıran Yimpaş’lar Jetpa’lar Genç’in veryansınından nasibini alıyor ayrıca. Muhafazakâr görünümlü belirli gurupların medya organlarında bu yolsuzlukları es geçen yazarları da pas geçmiyor Genç… Yeter! diye bağırarak, bu ülkenin medeniyetini, kültürünü, kardeşliğini hatırlatan konuşmalar bunlar. Hepsi okunası şeyler. Tek eleştirim şudur ki; Nihat Genç üslubunun ölçüsünü kişiye göre ayarlıyor. Her şeye rağmen muhatap aldığı insanların sadece ön adlarını kullanması, eleştirilerinde haklı da olsa yanlış bir üslup. Ama Nihat Genç zaten hep böyle yazıyor ve konuşuyor. İlk defa okuyanlar şaşırabilir sadece. Bilmekte fayda var.

 ÖZEL HAYATLAR
Gülay Göktürk

Gülay Göktürk  “Özel Hayatlar” eserinde kadın bakış açısıyla; kadın erkek ilişkilerine, geleneklere, cinselliğe, çocuk eğitimine, feminizme ve aile yapısına dair yazdığı köşe yazılarını derlemiş. Genel olarak 1998 – 2000 yılları arasında kaleme alınan yazılar bunlar. Kadınların Türkiye’de neden hep geri planda kaldığını resmediyor sayın Göktürk. Bu resmi kimi zaman kadın hakları adına feminizm oyunu oynayanların yüzüne, kimi zaman ebeveynlere, kimi zamanda biz erkeklerin yüzüne vurduğu için okunması gereken bir kitap. Göktürk’ün o demokratik anlayışından hiçbir taviz vermediğini görmek beni mutlu etti. Zira bu ülkede demokrat görünümlü birçok yazar bazı konularda demokrasiden taviz verirken Gülay Göktürk’ün bu samimiyetsizliğe düştüğüne hiç rastlamadım. İşte bu nedenle şehit analarının çektiği acılara ağlamak gerektiğinin altını çizerken, öldürülen teröristlerin de bir anası olduğunu ve bu anaların acılarını da bir evlat acısı perspektifinden bakarak toplum olarak hissetmek gerektiğini samimiyetle yazmakta ona düşmüş. Özellikle bir erkek olarak, toplum ahlakının bozulmasındaki asıl sebepleri irdelemesi de çok hoşuma gitti diyebilirm.

 NEREYE GİTTİ BU ÜLKÜCÜLER
Ruşen Çakır

1999 seçimleri ile iktidar ortağı olan MHP ve ülkücü hareket, 3,5 yılda, halktan aldığı yetkiyi, söylemlerine denk şekilde icraata taşıyamadı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde barajın altında kalıp bir anlamda krize giren hareketin bir özeleştirisi bu kitap. Hareketten kopanlar, hala içinde olanlar, gönül bağı olup aktif siyaseti bırakanlar, dışarıdan bakanlar duygu ve düşüncelerini açıklamış Ruşen Çakır’a… Kitap; parti ve hareket mensuplarının  “Biz nerede yanlış yaptık” sorusunu kendilerine samimiyetle sormaları bakımından oldukça değerli. Aynı zamanda 376 adet tabandan gelen mektuplarda kısaca derlenmiş. Bu anlamda oldukça objektif bir eser ortaya çıkmış ve kitabın isminin cevabını arama samimiyeti de hissedilir derecede kotarılmış. Benim için kitapta röportajı olan kişiler içinde sorunu en iyi özetleyen insan Alper Aksoy diyebilirim. Alper Aksoy temel sorunun lümpenleşme olduğunu şu ifadelerle açıklıyor ve kanımca teşhise nokta koyuyor:

Bugünkü durum son 20 yıldaki sürecin bir sonucudur. Bu süreç 4 Kasımda da başlamadı. Ana hatlarıyla durum şudur: Son 20 yılda ‘ülkücü yetiştirme’ eylemi terk edilerek bindirme kıtaları için ‘partici tavlama’  gayretleri ön plana çıkmıştır. Ülkü ocakları mankurtlaştırılmış, doğru, yanlış demeden siyaset cambazlarının her şeyini alkışlayan silik şahsiyetli lümpen yığınlara dönüştürülmüştür. Sistemin nimetleriyle tanışanlar ülkücü tavrı terk ederek şahsi hesaplarını öne çıkarmışlardır. Vitrinin bu baş köşelerine ‘ülküsüz ülkücüler’ yerleştirilmiş. Fikirlerin yerine sloganlar, kitapların yerine kasetler, Erol Güngör’ün yerine Sefai tipi ozanlar, Dündar Taşer’in yerine Şefkat Çetinler, Yusuf İmamoğlu imajına Çatlılar, Çakıcılar bağdaş kurdular. Ülkücü hareketin en büyük sancısı işte bu lümpenleşme sürecidir…

Türk siyasetinde önemli bir yere sahip olan bu hareketin 2009 yılına geldiğimiz şu günlerde bu kitapta yer alan özeleştirilerin gereğini hala yerine getirememesi çok acı.


 BİZE HER YER TRABZON
Harun Çelik

Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren Trabzonspor taraftarları kendi kitabını Harun Çelik liderliğinde derlemiş. Çok da güzel olmuş. Tabi bir Trabzonsporlu olarak kitaba duygusal anlamda yaklaşmam kabul edilebilir bir şey. Trabzonspor’un her şeyden önde tutulduğu bir şehirde imamın Cuma namazına tekbir getirmeden önce, Faruk Özak’a, Arçil ve Şota transferindeki son durumu sorması ancak bu şehrin futbol kültürü ile anlaşılabilir. Kitapta çok duygusal yazılar anılar olduğu gibi sizi gülümsetecek sayfalarda az değil. Trabzonsporlu olmayabilirsiniz, ama bu kitaba rastladığınızda bir göz gezdirin derim. Göz gezdirin ki sezon sonlarında 81 ilin içinde neden sadece bir şehirde şampiyonluk turu atılmaz sorusunun cevabını da öğrenmiş olun. Benim şehrimin Trabzonspor’u için emek veren tüm taraftarları başta Sayın Harun Çelik olmak üzere tebrik ediyorum. Kitaplık rafında yer  alan  bu müstesna eseri  tüm Trabzonspor'lu taraftarların ve futbolseverlerin okumasını tavsiye ederim.


 MÜDAHALE
Ertuğrul Alatlı

Bugüne kadar okuduğum en kapsamlı ve objektif 12 Eylül kitabı diyebilirim. 658 sayfa olması gözünüzü korkutmasın. Zira 12 Eylül’e giden yol bu hacimden daha az anlatılıyorsa bilin ki o eser taraflı ve belirli gelişmeleri bilinçli sümen altı eden ideolojik bir eserdir. Bu tarz onlarca kitap okudum. Ya ülkücüler mağdur gösterilip ülkeyi anarşi ortamına boğan kesimin Sol örgütler olduğu anlatılır, ya da sol örgütlerin mağduriyeti ülkücülerin faşist eylemlerine bağlanır. Yakın tarihin bu şekilde belirli olayları görmezden gelerek anlatılması yazarların siyasi görüşünün bir yansımasıdır aslında. Ertuğrul Alatlı müdahaleye tanıklık yapmış bir general. Bu durumu önsözde belirtiyor ve yorum yapmayacağının altını çiziyor. Eser 12 Mart muhtırası ile başlıyor. Yani kitap bir 12 Mart darbesi eseri değil. 12 Mart muhtırasından sonra 12 Eylül darbesi ile son buluyor. Bu süreçte ülkeyi anarşi çemberine sıkıştıran basiretsiz siyasetçilerin kendi aralarındaki iç çekişmeleri okudukça sinirleniyorsunuz. Bu başrol siyasetçileri AP genel başkanı Süleyman Demirel, CHP genel başkanı Bülent Ecevit, MHP genel başkanı Alparslan Türkeş ve MSP genel başkanı Necmettin Erbakan. O yıllardaki karmaşayı okudukça bu siyasetçilerin bu ülkede yıllarca nasıl siyaset yapabildiklerini sorgulamanız gerekiyor.

Kitap 12 Eylül’e giden yolu anlatan eserlerden kronolojik alıntı ve röportajlarla ilerliyor. Bu nedenle de Tariş olaylarının yanında Kahramanmaraş olaylarını da okuyorsunuz. İki siyasi görüşünde kurtarılmış bölgeler kurarak devleti yok sayan terör olaylarını takip ediyorsunuz. Bahçelievler ve Balgat katliamlarının, Abdi İpekçi cinayetinin perde arkasındaki başrol oyuncusu Abdullah Çatlı’yı okudukça bugün hala üstü kapanmış Susurluk’u düşünüyorsunuz. Bunları neden yazdığımı da belirteyim.

TRT-1’de 2008 yılı içerisinde başlayan “Şahların Labirenti” adlı bir program var. Program yakın tarihi anlatması açısından övülen bir programdı. Tamda bu kitabı okuyup bitirdiğimde ilgili programa rastladım ve geç saatte yayınlanmasına rağmen izledim. Tesadüf eseri tamda 12 Eylül’e giden sürece gelinmiş belgeselde. O kadar çok şey atlanmış ki “Müdahale” adlı eseri okumasam programının objektif bir belgesel olduğuna inanana bilirdim. Ama hayır! MHP Genel başkan yardımcısı Gün Sazak’ın öldürülmesi anlatılırken mesela CHP İstanbul milletvekili Abdullah Köseoğlu’nun öldürülmesini pas geçiliyor. Aynı yıllarda yaşanan gelişmeler olmasına rağmen Tariş olaylarından bahsedilirken Maraş olaylarından bahsedilmiyor. Program bittiğinde belgeselin danışmanının Sadi Somuncuoğlu olduğunu gördüm! İşte sevgili kitapseverler; yakın tarihin doğru analizini yapmak için her iki siyasi görüşe mensup yazarlarında kitaplarını okumak gerek. Yoksa gerçeklerle yüzleşme şansımız olamaz. Ertuğrul Alatlı’nın bu eserini bu nedenle şiddetle tavsiye ediyorum. Yorumsuz ilerleyen eserin Mahir Kaynak’ın “Türkiye’de anarşi görevini bitirdiği için 12 Eylül’de bitmiştir” yorumu da bu sürecin bir anlamda özeti aslında. Bu ülkede sağ ve sol birbirini öldürerek sadece dış güçlere hizmet etmiş, kullanılan gençlik, basiretsiz siyasetçiler nedeniyle planlanmış bir darbeye farkında olarak ya da olmayarak ön ayak olmuştur. Okuyun… Sizde bu sürecin sonucunu kendiniz oluşturun.