Site Haritası

Blog


   İyi ki Sahaflar Var

Eski kitapların kokusu bir başka. 1981 yılında bir kitapseverin (M.Gündeş) evinde kimbilir hangi hüzünlere, mutluluklara şahit oldular. Sonra bir sahafın tozlu standında bizimle tanışmış oldular. Ne güzeldir eski baskılar. Ne güzeldir onları okumak. Yeni sıcak yuvanıza hoş geldiniz dostlar.

Yoksul! Çaylar 7 oldu...

03.09.2020

 Alın Teri Ne Güzel Birşey

Kol saati biz erkekler için en önemli ve tek aksesuar sayılır. Bugün belki birçok saatim var. Ama benim için manevi değeri en büyük olan saatime not düşmek istedim nedense…

Bizim zamanımızın çocukluğunda yaz tatillerinde mutlaka çalışılırdı. Tabi bu durum tüm çocuklar için geçerli olmasa da bugüne kıyasladığımızda epey çocuk yazın çalışarak harçlığını çıkarırdı o yıllarda. Bende onlardan biriydim. İlkokul çağlarında pazarlarda ve tanzimlerde 10 liraya sağlam poşet satmışlığım oldu. O yıllar semt pazarlarının dışında daha küçük ölçekli tanzimlerin de olduğu yıllardı. Ve pazarcıların hiçbirinde poşet olmazdı. Poşeti ya evinizden getirirdiniz ya da çok büyük rekabetin olduğu onlarca çocuk arasından birini seçerek para ile alırdınız. Haliyle yaşça daha küçük olanların ezildiği bir arenaydı bu poşet satma işi. Çok uzun süreli olmasa da buruk bir tecrübem oldu sağlam poşet satma işinde.

Bizim asıl çalışmamız rahmetli dayımın şapka atölyesinde çıraklık yapmaktı yaz tatillerinde. Üniversitedeyken dahi devam ettiğim bir çalışma hayatıydı benim için bu yaz dönemleri. Tabi artık çırak değil, şapka dikebilen bir makineci olarak…

Şöyle düşünün; ilkokul 2.sınıf öğrencisi bir çocuğunuz sabah erken saate kalkıyor, yaklaşık 20-25 dakika otobüs durağına yürüyor. Elinde sağa sola çarptığında metal sesinin etraftan net duyulduğu sefertası sesi ile kalabalık otobüse binmeye çalışıyor. Yaklaşık 45 dakika süren yolculuk sonrası vapur ile Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmek için ikinci bir ulaştırma aracı macerası. Sonrasında Eminönü’nün insan yığını içinde yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş ile eski tarihi Büyük Okur Han’a varış. Tarihi Mısır çarşısından geçerek “Seyyar Center” olan Tahtakale’nin dar ve insan yüklü sokaklarında devam eden bir yürüyüş sonunda ulaşılan Han... Akşamında aynı güzergahı geri dönerek eve dönüş. Telefonların olmadığı, İlkokul öğrencisinin sabah evden çıkıp akşam hava karardıktan sonra eve geldiği yıllar... Şu an İstanbul’da yaşayan ve ilkokula giden çocuğu olanlar heyecanlandı değil mi? Evet… Benim çalışma maceram özetle bu idi.

İşin detayı belki başka yazının konusu olabilir ileride. Biz yazının neden yazıldığının ana fikrine geri dönelim. İlkokul çağlarında başladığım bu yaz çalışma döneminde sanırım Ortaokul 2.sınıfta iken alnımın teri ile kazanarak biriktirdiğim param ile aldığım ilk saatimdi resimdeki saat. 1991 yılı olmalı. Tabi aradan geçen yıllarda kordonu kopuk camı çizik kenara atılmış bir durumda idi. Gerekli bakımı yaparak emek arşivimdeki yerini almasını sağladım tekrar. Bu saati aldığım ilk günleri hatırlıyorum. O kadar mutluydum ki. Kendi paramla, telefon hafızası olan bir CASIO… Dediğim gibi bugün farklı markalarda birçok saatim var. Saatlere karşı halen bir ilgim var. Ama CASIO 871-DB31 bu değer anlamında benim için en değerlisi…

18.02.2020


Okunası Klasikler

Bu yıl okuyacağım kitaplar ile ilgili bir karar aldım. Dünya klasikleri ve Türk Edebiyatı klasikleri okuyacağım. Birçok Dünya klsiği eser okumuş olmama rağmen aynı değeri Türk Edebiyatı klasiklerine vermediğimi görüyorum. Vakitsizlik vs adına ne derseniz deyin. Tercihimi başka türlerde kitaplardan yana kullandım çoğunlukla. Bu yıl farklı olsun istiyorum. Dünyadaki bu yaşanmazlık, problemler ve sıkıntılara en azından okuyacağım kitap türlerinde bir dur demek istiyorum. Yeşilçam tadında Türk edebiyatı solumak istiyorum. Oku oku bitmeyecek olan Dünya klasiklerinde sonraya bıraktığım eserleri okumak istiyorum. 2017 yılını bitirdiğimizde bu konuda ne oranda azimli davrandığıma bu sitedeki okuduğum kitaplar bölümünde paylaştığımda sizler karar verirsiniz. Fotoğraftaki kitaplığı merak edenler olabilir. Hurda tahtalardan kasa halinde çakılmış ve birleştirilmiş bir kitaplıktır. Doğal üründür. Bir mobilyacıdan alınmış değildir. El emeğidir. Muhtemelen boş raflarına klasiklerden girecek yeni dostlarına kavuşuyor olacak bu yıl sonuna kadar. Herkese iyi okumalar...

09.01.2017

 Etrafı Süpüreyim Dedim

Ne kadar uzun zaman olmuş buraların tozunu almayalı, süpürmeyeli. Sanırım bunun en temel sebebi iş hayatımızdaki yoğunluğumuz. Türkiye'de çalışmak zor ve meşakkatli. Zira ülkedeki gelecek kaygısı nedeniyle sürekli bir hedef var bir çoğumuzda. Hoş, yeni neslin çalışma hayatında böyle bir derdi ve tasası olduğunu görmüyorum ama bizlerde fazlası ile var. İşte bu fazlalığın bir kısmı budanmalı. Hepimizin kendimize ve hobilerimize ayıracak zamanı olmalı. Buranın tozunu bu yüzden alıyorum bugün. Adına bahar temizliği ve düzeni de diyebiliriz.



18.06.2016


Benim Oyum Trabzonspor

Hafta sonu yapılacak yerel seçimlerde hangi partiye oy vereceğim konusunu epey düşündüm. Bireysel olarak aktif ve tabanı olan 4 siyasi partiden (AKP-CHP-MHP-HDP) hiçbirisine oy vermemeye karar verdim. Bu kararım bir Trabzonspor taraftarı olarak 3 Temmuz 2011 tarihinde patlak veren şike skandalı ile şekillendi diyebilirim. Zira o tarihten bugüne hakkı teslim edilmeyen bir camianın üyesiyim. Bu kararımın en temel noktası daha kalabalık bir taraftar kitlesine sahip camianın, seçmen sayısının fazlalılığı ile doğru orantılı olarak yukarıda belirttiğim siyasi partilerin oy uğruna adaletsizliği savunur hale gelmeleri ve bu ülkede futbol anlamında ötekileştirilen bir şehrin hak mücadelesini ayaklar altına almalarıdır. Biliyorum ki benim kişisel tepkimin bu ülkede ses getirecek bir değeri yok. Ancak açıkçası benim de ses getirsin diye bir derdim yok. Kitlelerin futbol üzerinden yönetildiği bir ülkede bir spor argümanında bile adaleti sağlayamayan hatta sadece bu futbol adaletsizliğinde bir araya gelme başarısını gösteren bugünün siyasi partileri benim partilerim değil. Futbolda dahi adaleti tesis edemeyen siyasi partiler bana ülke menfaatinden, birbirlerini suçladıkları adaletsizlilerden, yolsuzluklardan ve bu sıkıntıların giderilmesi noktasındaki vaatlerinden bahsedemez. 30 Mart 2014 tarihinde muhtarlık seçimi de dahil olmak üzere tüm pusulalarda oyum Trabzonspor’a… Yapıştıracağım etiketimi de hazırladım : )

26.04.2014

Bitsin Bu Düşmanlık Gayrı

Sevgili sivri sinekler... Bakın hala size "sevgili" şeklinde hitap ederek aramızdaki bu akıl almaz kan davası için ayağınıza geliyorum. Kah iki elimle havada sorti halinde iken, kah duvar kenarında ictiğiniz kanımın sarhoşluğunu yaşarken yaralı halimle sizlerin birçoğunu öldürdüm. Pişman değilim. Zira sizde o kadar insanın içinde beni yemekten hiç pişman olmadınız.

Sadece ben değil, yıllardır babamı benden daha fazla delik deşik ettiniz. Nereye kaçsak adresimizi elden ele çoğaltıp bizi buldunuz. Kilometrelerce uzağa kaçtık, Pegasus'un ucuz bilet promosyonundan yararlanıp kanatlarınızı yormadan, bir koltuğa iki milyon bilet almanın abantajı ile 1-2 saat sonra yanımızda bitiverdiniz. Bu husumet bitsin artık... Bu ülkede en çok bulunan kan grubu 0+ olmasına rağmen neden babam ve ben : (

Keşke o ilk duvara yapıştırıvidiğim dedenizi buleydim... Açeydim gollaamı böyle... Konma, yime beni diyeydim... Yimezdi o vakıt.

Benim yüzümdennn... Beenim yüzümdeen!

04.07.2013


Gencecik Bir Türkü Çelebisi

Ne zamandır bir albüm hakkında yorum yapmadığımı farkettim. Epeyde albüm aldım aslında geçen zaman içinde. Ancak bunlardan biri var ki not düşmesem sahibine büyük haksızlık yapmış olurum. Cem Çelebi'den bahsediyorum... Kendisi ile Kutsal Evcimen'le beraber çıkardıkları "Dağlar Kızı" albümü ile tanışmıştım bir dönem. O gün bugün radyoda TV'de o yüreğe işleyen sesi ile karşılaşsam dikkat kesilir ve "Yahu almam lazım bu adamın albümünü" deyip unutup gittiğim Cem Çelebi. İtikat albümünde seslendirdiği Fani Ömür parçasını dinlediğimde gözlerimi dolduran, Aşık Yener'i bunca zamandır bizlerin gözüne sokmasına rağmen bu kadar türkü seven biri olarak nasıl da farkında olamadığımın ayıbı ile siparişini verdiğim İtikat albümü... Ayıbımı biraz olsun azaltmak için Yalan Dünya albümünü de yanında mutlaka istediğim, kasetçime siparişimi sürekli teyit ettirme çabam... Cem Çelebi ile tanışmayanlar hemen elindeki işi bırakıp albümlerini satın alsın. İnternetten istediğiniz kadar dinlersiniz. Ama önce albümü alın ve bu koca yürekli genç adamın ozan yürüyüşüne korsana alet olmadan sahip çıkın. Özür dilerim Cem Çelebi hayat gailesinden seni ihmal ettiğim için. Ve çok yaşa Cem Çelebi emi...

02.05.2013


 Can Varlığı

Mal varlığına ne gerek? Can varlığım kızım yeter...








02.11.2011


 Hoşgeldin Meleğim

Zeynep... Yolunu gözlediğim kızım, meleğim... Hoşgeldin...








25.12.2009


Çok Şükür Kapandı Bizim Kasap

26 Haziran 2008 tarihinde yazdığım blogda yerden yere vurduğum kasap dükkânı kapanmıştır. Kapanışa herhangi bir bakanın davet edilmemesi başta ben olmak üzere tüm Ümraniye halkını derinden yaralamıştır. Kamuoyunun bilgisine sunarım.






27.06.2009


Ayı Yogi Bile Daha Samimi

Her yılın 23 Nisan gününde bir grup insan Büyük Adadaki Aya Yorgi kilisesine dilek tutmaya gidiyor. Herkesin batıl inançtaki hür iradesine yorum getirecek değilim. Bir Müslüman’ın Allah (cc) dışında başka bir şeyden medet umması da o Müslüman’ın birikimi ve din kültürü ile ilgili bir şey. Ancak habercilik adıyla yapılan yüzsüzlüğü pas geçemem. Hangi ana haber bültenine rast geldiysem spikerlerin güleç yüzlerle, sanki insanlar pikniğe gidiyormuş havası ile fonda neşeli bir müzik eşliğinde sundukları habere itirazım var. Ramazan ayında türbe ziyaretlerini; çaput bağlama, kesme şeker dağıtma gibi saçma sapan dinimizde yeri olmayan ritüellerle süsleyen vatandaşlarımız ile Aya Yorgi’de yapılanlar arasında saçmalık ve salaklık anlamında hiçbir fark yok. İş sahibi olabilmek için Müslüman bir evliyanın türbesinde çaput bağlamak ne kadar sapkın ve aptalca ise Aya Yorgi kilisesine giden yokuşu tırmanırken ip germekte aynı oranda sapkın ve aptalca bir eylem. Ama haber bültenlerinde gördüğüm ahlaksızlık şu: Eğer söz konusu sapkın eylem bir evliya türbesinde gerçekleşiyorsa, haber; Bağnaz, cahil, İslam dininin ne kadar yobaz bir din olduğunun altının hissettirilmeden çizilmeye çalışıldığı bir metne ve görüntülere dönüşüyor. Haber görüntülerinden spikere döndüğümüz anda bile yüzünde kanı donmuş bir ifade ile kameraya bakan bay ya da bayan ile karşılaşıyoruz. Ama Aya Yorgi’deki görüntülerden sonra mesela Star TV ana haberini sunan Uğur Dündar ekranlara gülücükler saçıyor ve “Terapi gibi bir şey sayın seyirciler” deyiveriyor! Ağaç parçalarından ev, araba, beşik gibi şeylerin görüntüleri yine neşeli bir müzik eşliğinde gözünüze sokuluyor. Bu aymazlığa bu ikiyüzlülüğe okkalı bir şekilde tükürüyorum!

24.04.2009

Ah Erdal Erzincan Ah!

Ülkemin kültürünün en önemli enstrümanlarından birisi olan bağlamayı, Erdal Erzincan’ın elinden ve gönlünden icrasına tanık oluyoruz. “Giriftar”  bir doyum noktası ise, “bu albümle doyum noktasına ulaştı mı Erdal Erzincan?” sorusuna net bir cevap veremem. Zira her yeni albümünde, her yeni çalışmasında bizi saz ailesinin sınırlarını daha da genişleten bir deryaya götürüyor sanatçı. Bu ülkenin böyle bir sanatçısı olduğu için ve bu sanatı sevdiğim için kendimi mutlu ve gururlu hissediyorum. Sadece tek başına Karakoyun’un şelpe tekniği ile icrası bile bu albüme 10 üzerinden 100 (yüz) vermeye yeter de artar. Kırmızı Buğday bu kadar mı duygulu çalınır be Erdal Erzincan? Mektup’ta yârin kokulu mektubunu hasretle bekleyen bir Mecnun, askerin sıladan birkaç satır ahvaline yanıt bu kadar net nasıl okunur mızrabın çırpınışında… Beşik ve Meyrik’de tüylerimi diken diken eden bir üslup… Vay Bana Vaylar Bana ile enfes bir Konya tavrı… Kırşehir’in Gülleri’nde üstat Muharrem Ertaş’a hakkıyla verilen selam… Sulari baba derlemesi…

Alın… Dinleyin… Bağlama çalsanız da çalmasanız da bu ülke topraklarında yaşıyorsanız bu sanat dehasına kulak verin. Bizim gibi amatör olarak bağlama çalmaya çabalayanlara ise gidin sazınızı kırın derim bu albümü dinledikten sonra Eğer bu albüm, internetten indirme haysiyetsizliğine mp3 pisliğine yenik düşerse yazıklar olsun buna alet olanlara…

19.02.2009

Ne Çayı Birader

Çok uzun sayılabilecek bir aradan sonra İstanbul’da bir derbi maçına gittim. Lise yıllarında hemen hemen İstanbul’da oynanan tüm Beşiktaş Galatasaray ve Fenerbahçe maçlarına giderdik Trabzonspor sevdalıları olarak. O dönemlerde stat iki takım taraftarına eşit şekilde bölünür ve saatler önceden kuyruklarda zaman zaman cop yiyerek stada girmeyi başarırdık. O dönemlerde bu kadar fanatizmde olmazdı. Taraftarlar birbirlerine düşman gözü ile bakmaz, maç bitiminde herkes aynı anda stattan çıkar evinin yolunu tutardı. İşte ne olduysa bu son 15 yıl içerisinde oldu. Futbolu bir afyon gibi hayatının tek anlamı yapan insanlar, yeşil sahalarda meşin yuvarlak peşinde tüm sevinçlerini ve üzüntülerini koşturur oldular. Hal böyle olunca alınan mağlubiyetlerde sinirler gerildi. Belki aynı mahallede hatta aynı binada oturan iki farklı takıma sevdalı insanlar birbirinin boğazını sıkmak için tribünlere koştular.

Stat kapasitelerinin % 5’i rakip takım taraftarına ayrılınca biz Trabzonsporlularda bu yasadan en çok mağdur olan kitle olduk. Zira İstanbul’daki Trabzonspor taraftarı, kafes içerisinde maç izlemeyi hiç hak etmeyen ve bu konuda en büyük sıkıntı çeken kitle oldu. İşte yine böyle bir sıkıntı ile Şükrü Saraçoğlu stadında sonucu 0–0 biten Fenerbahçe-Trabzonspor maçında tribünde idik.

Bu notu maçın analizini yapmak için düşmedim buraya. Sadece birkaç gündür Fenerbahçe yönetiminin maç sonrası Trabzonspor taraftarına çay, su ve kahve ikram ettiğini yazanların bu bilgiyi nereden aldıklarını merak ettiğim için karalıyorum bu satırları. Ben maçta idim. Bize çay, su ya da kahve ikramı yapan olmadı. Sanırım bu haberler medya gücü ile centilmen ayaklarına yatıp kamuoyunu yönlendirmeye yönelik olsa gerek. Ancak bu anlamda başarılı oldukları da bir gerçek. Baksanıza; Fenerbahçe taraftar siteleri bile bu ikramı tartışıp yönetimi eleştiriyor.

Yahu içmediğimiz çaya teşekkür mü edeceğiz şimdi…

27.01.2009

Bize Her Yer Trabzon

Saat 22:15 suları… Telefonum çalıyor. Bu sırada tuğla kalınlığında Ertuğrul ALATLI’nın “Müdahale” adlı kitabını okuyorum. Kitabımı bırakıp telefona göz atıyorum. Arayan Harun ÇELİK. Sağlık Bakanlığı Basın Müşaviri, gazeteci ve yazar… Bir Trabzonspor sevdalısı benim gibi. Onun önderliğinde ve Trabzonspor taraftar sitelerinden www.bordomavi.net sitesi üyelerinin azim ve kararlılığı ile Türkiye’de bir ilke imza atılmış birkaç hafta önce. Hummalı bir çalışma sonrası Trabzonspor taraftarları kendi kitabını yazıp tarihe armağan etmiş. “Bize Her Yer Trabzon

Bu fakirinde yani bendenizin birkaç yazısı da kitapta neşredilmiş. Heyecanla elime geçmesini beklediğim kitabın akıbeti için Sayın Çelik’e attığım mail kendisini beni aramaya mecbur kılmış. Ben “yoğunluktan göndermeyi unutmuştur belki” diye üzülürken Harun Çelik o mütevazı kimliği ile telefonun Ankara ucunda beni hem mahcup ediyor hem de mutlu… Yolunu gözlediğim kitap yola çıkalı bir hafta olmuş.

Harun Çelik ile daha önceden bir tanışmışlığım yok. Aylar önce, bu sitede de “Trabzonspor Yazıları” bölümünde paylaştığım, aynı zamanda www.bordoyurekler.com sitesinde de kayıtlı olan bazı karalamalarımı kitaba koymak için ulaşmıştı bana. Bunun adı emeğe saygı idi. Tereddütsüz, kaynak gösterildiği sürece istediği yerde kullanabileceğini belirtmiştim o dönem.  Nihayetinde bu çok değerli kitaba konulması onur duyulacak bir şeydi benim için. O yazıları bana yazdıran Trabzonspor idi. Bu nedenle yazılar bir anlamda Trabzonspor camiasınındı. Kendisine o dönem yaptığı teklif için bir kez daha teşekkür ediyorum.

Kitap muhakkak elime geçecektir. Okumayı seven biri olarak bu eseri de bir çırpıda okuyup yorumlama gayretinde olacağım şüphesiz. Ama okumadan da güzel şeyler hissediyorum şimdiden. Bir kere; yazarı, derleyeni efendi, emeğe saygılı ve hassas bir yüreğe sahip. Teşekkürler www.bordomavi.net Üyeniz değilim ama gayretinizi alkışlıyorum. Teşekkürler sevdamızın taraftarları ve teşekkürler Harun Çelik. Aynı gemide Trabzonspor’u solumak ne güzel...

05.01.2009


İstanbul'da Zehir Solumak

Memleket içinde memleket olan İstanbul bu günlerde zehir soluyor. Gündemdeki sebep tartışması ise hayli ilginç. Bir kesim, yıl boyunca toplamda % 60'a varan zam sonucu insanların evinde artık doğalgaz yerine kömürü tercih etmesini sebep gösteriyor. Ve işin ucu AKP hükümetine dokunuyor. Hatta sebep,  hükümetin halka dağıttığı  kalitesiz kömürlerin bu zehir oranını daha da güçlendirdiği şeklindeki iddialarla da güçlendiriliyor aynı kesimce. Hal böyle iken R.Tayyip Erdoğan televizyon ekranlarımıza konuk olup bu iddiaları yazanlara ya da dile getirenlere "Yalancısınız" diyor. Ne güzel savunma değil mi? Ortada % 60'lık fiyat artışı olan doğalgaz boru gibi dururken birileri yalancı oluyor.

Sanki İstanbul'a doğal gaz geleli bir iki ay olmuş ve büyük kısmı yıllardır kömür ile ısınıyormuş gibi bir pişkinlik. "Yalancısınız"

Ve bu pişkinliği sergileyen, doğal gaza gelen zam hakkında yorum getirmeden sebebi kabullenmeyen başbakan, bu şehir zehir solurken Doğalgazı İstanbul'a kazandırarak havayı temizleyen insandı bir zamanlar. Şimdi havayı temizleyen, kirletmeye de başladı bu ülkede. En azından bu sert demeçler bunu düşündürüyor bana. Manavlarda bile satılan UFO tarzı elektrikli ısıtıcılardan da medet yok. Çünkü elektrikte hayli zamlı.

İnsanoğlu her yanlışa pişkinlikle cevap verme yarışına giriyor ne de olsa. Demirel'in sözü ile bitirelim: "Siz bir ülkede 6 yıldır iktidarda olup hala halkınıza sosyal görev diye kömür dağıtıyorsanız ve bu yardımı her geçen gün arttırıyorsanız, halkınız her geçen gün fakirleşiyor demektir. Devletin görevi kömür dağıtmak değil, halkı  doğalgaz ile ısınabilecek maddi imkânlara ulaştırmaktır. Burada bir yanlışlık var."

Sizce de bir yanlışlık yok mu?

24.12.2008

Çok Okuyan Çok Gezen Çok Kazıklayan

"Çok okuyan mı çok gezen mi bilir?" sorusuna günümüzde verilecek net bir yanıt olmasa gerek. Sorunun ağırlıklı cevabı beynin görerek dinlediği şeyleri hafızasına daha net yerleştirmesi nedeniyle gezen kısmı gibi gözüküyor. Ama günümüz şartlarında bu gezme işinin parasal yönünü ele aldığımızda gezmekten ziyade okumakla da peki ala daha çok bilinebilir. Okumanın parasal bir külfeti yok. Zira hiç paranız yoksa bedavaya size en yakın kütüphaneye üye olup yine okursunuz. Yani gezememenin mazereti olsa da okumamanın mazereti olamaz.

Efendim bir hafta sonu kaçamağı yaparak zihnimde Kastamonu olarak kalan ama aslında Karabük’e bağlı bir yer olan Safranbolu’ya gittik eşimle birlikte. Belki mevcut ekonomik durgunluk belki de Kasım ayının verdiği soğukluk olsa gerek 13 kişi ile tuttuk Safranbolu yolunu. Yolculuk sırasında araca en son binenler olarak tekli koltuklarda kapının yanına oturmak zorunda kalmayı çokta dert etmedim. Ama gece ayazı ile aracın sürati birbiri ile yarışınca kapının belli yerlerinden içeriye girmeye çalışan soğuk hava bacaklarımı adam akıllı dondurdu. Neyse; biz turumuza bakalım.

Sabahın erken saatlerinde vardığımız Safranbolu resimlerde gördüğümüz gibi cicili bibili beyaz kireç badanalı, taşlı yollara birbirlerinin güneşlerini kesmemek için merdiven gibi sıralanmış evlerden oluşan bir ilçe. Gerçekten çok şirin bir yer. Hele İstanbul’dan gidince daha bir şirin geliyor insana. Görülecek yerleri fırsat bulup da giderseniz tur rehberine bırakın. O sizi götürür. Ben detaya girmeyeceğim. Ama gittiğinizde muhakkak bir konak otelde kalın. Biz turumuzun böyle bir seçim yapması nedeniyle çok keyiflendik açıkçası. Hadi ismini de verelim. Kadıoğlu Konak Otel. Odalar, lobi, restoran her yer çok orijinal. Çalışanları da güler yüzlü insanlar. Ben çok memnun kaldım. Bunları neden yazdığımı birazdan yazacağım paragraflarda daha iyi anlayacaksınız. Gerçek güzeli takdir etmiyor, eleştiriyi hak eden şeyleri de üşengeçliğimizden es geçiyoruz. İşte ben buna dayanamıyorum. Mesela Safranbolu’daki İmren lokumları çalışanlarının ikramı, güler yüzü, ilçelerinin tarihini müşterilerine slâyt gösterisi ile çay ikram ederek izletme anlayışları, yürürken köylülerin güler yüzle “hoş geldiniz” sözleri, gezilecek tarihi yerlerde görevli insanların ilgileri, bu yerin her dönem turist çekmesine vesile olacak şeylerdir. Yani özetle Safranbolu’da geçirdiğimiz 24 saat çok keyifliydi. Ancak ertesi günü Amasra’da geçirdiğimiz yarım gün için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

Amasralılar bana kızmasın ama bence hiçbir özelliği olmayan bir yer burası. Eğer Amasra’ya inen tepelerden birinde durup resim çektirdiğiniz manzaraya aldanıyorsanız bu tip görsel manzaralara batıdan başlayıp Artvin’in sonuna kadar rastlamanız mümkün. Amasra’yı sıradanlaştırmamın nedeni şu: Bir kere kendine has hiçbir yapısal duruşu yok bölgenin. Bildiğimiz özelliksiz, her yerde görebileceğiniz betonarme evler. Parkları bakımsız, ağaç gövdelerine “Tost Bulunur” “Hamburger Bulunur”  gibi şeffaf dosyalar içine yerleştirilmiş fotokopi kâğıtları zımbalanmış. Yörenin yetiştirdiği sanatçı Barış Akarsu’ya ithafen öyle uyduruk bir heykel yapılmış ki, trafik kazasında yitirdiğimiz Akarsu bu heykeli görüyorsa kabir azabı çekiyor olabilir. Tepeden gördüğünüz sahile indiğinizde pet şişeleri, çürümüş tekneleri, varilleri görüyorsunuz. Tarihi Fatih Camisine öyle bir tabela yapılmış ki içler acısı. Tarihi eser direkt olarak bu zavallı sanat anlayışından ötürü küme düşmüş. Yahu haç işaretini kapatacağım diye bu kadar berbat bir büfe tabelası uydurulur mu girişe? Hadi bunu kimse görmüyor diyelim. Caminin imamı da mı görmüyor? 

Nesi meşhur diye merak ettik Amasra’nın. Salatası ve balığı meşhur dediler. Yahu bir bölgenin bir şeyi meşhur ise bu meşhur olan şey ilgili yere gidilmeden bilinir. Eğer öyle ise meşhurdur bahsedilen şey. Safranbolu’nun lokumu meşhurdur. Gitmeseniz de bilirsiniz. Ayvalığın tostu meşhurdur. Kütahya’nın porseleni, Siirt’in büryan kebabı, Diyarbakır’ın kadayıfı, Antep’in baklavası, Hatay’ın künefesi, Mersin’in cezeryesi vs. Amasralılar kendilerine has bir şey bulamamış olacak ki süsledikleri salataya meşhur sıfatını koymuşlar. Yahu böyle meşhurluk olur mu? Ben yemem böyle meşhurlukları. Ayrıca Trabzonlu olan birisine de balık beğendiremezsiniz kolay kolay. Özetle yediğimiz balık, bırakın meşhurluğu gerek tadı gerekse restoranın hizmet kalitesiyle berbat ötesiydi.

Şimdi Amasra’ya gitmeyi düşünenler ya da tur ile zaten gitmek zorunda kalacak insanları şimdiden uyarmak isterim. Diğer restoranları bilmem ama Çeşm-i Cihan adındaki balık restoranına kesinlikle gitmeyin. Eğer bir belde, gelen yerli ya da yabancı turistlerden ekonomik kazanç sağlıyorsa her şeyine dikkat edecek. Bakın bu Çeşmi Cihan adındaki sözde balık lokantası bizlere yani 13 kişilik turumuzdaki insanlara neler yaptı.

Hamsi, mezgit, kola ve salata’dan oluşan menüyü tur fiyatı 15 YTL olarak belirlemişler kişi başı. Bu bedel ucuz mu pahalı mı onun tartışmasına girmeyeceğim. Bu konudaki net fikrimi ilgili restoran için satırlarımı bitirdiğim son cümlede söyleyeceğim.

Ey Çeşmi Cihan restoran sahibi ve çalışanları; turun rehberi bizi size yönlendirmese idi bizler hür irademizle bölgedeki başka balık restoranlarını da tercih edebilirdik. “Bildiği bir şey vardır” diyerek adım attık restoranınıza. Ama sizler, bizlere bedavacı imişiz gibi ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaparak hem restoranınızı böyle yerin dibine sokmayı amaçlamış bir anı yazısına, hem de ilçenize bakış açımı olumsuz olarak yönlendirmeme sebep verdiğiniz için kendinizi ödüllendirmelisiniz. Mesela bu ödül ne olabilir? Kendi restoranınızda bir balık ziyafeti çekebilirsiniz. Hesaplar benden. Önce masalarınıza sıcak kola konulacak. Ekmek sepetinin altı bayat ekmeklerle doldurulacak. Sonra belki de bir önceki günden kalmış balıklar, mısır unu ile kızartma ricasında bulunmanıza rağmen normal un ile kızartılıp sofranıza getirilecek. Müşteri sirke sever mi diye sormadan bol sirkeli meşhur salatada! sofrada yerini alacak. Sonra sizler yemeğinizi bitirmeden “Hesap alabilir miyiz?” diye masanıza geleceğiz, çok ucuzmuş gibi aslında yapmadığımız indirimi “tur indirimi yaptık” diyerek kredi kartı kabul etmeyeceğiz. Siz istemedikçe fiş vermeyeceğiz. Çay ikramı gibi küçük detaylarla ilgilenmeyip yeni yolunacak tur kazları için masaları boşaltma yarışına gireceğiz. Diğer masalarda tur harici gelen müşterilere yalakalığın güler yüzün kralını yapacağız. İşte ödülünüz bu! Sırf sizin bu terbiyesiz ticaret anlayışınız için bu notları Amasra’nın ilgili mercilerine de göndereceğim bilmiş olun.

Evet, ne diyorduk? Bu hizmete karşılık biz değil, restoran bize en az kişi başı 15 YTL para ödemeli idi. Ve Amasra… İçinizdeki bu ticari kalpazanları ayıklamadığınız sürece bölgenize bir daha adım atmam, çevreme de attırmam, bilmiş olun!

10.11.2008

Toros Adam Yörük Adam Sümer Ezgü

Türk Halk Müziğine olan sevdamın temelini, kendi kültürümüzün enstrümanlarının o insanı hayretler içinde bırakan ses motifi oluşturuyor. O zengin türkü harmanımızda bir yöre ve bu yörenin küçücük bir üflemeli enstrümanı var. Sipsi diyoruz bu enstrümana. Burdur, Silifke ve Denizli yöresi türkülerinde çokça kullanılan, insanı Gımıldatıveren bu küçük enstrümana olan hayranlığımı kelimelere sığdırmam mümkün değil. Sadece şunu söyleyebilirim ki rahmetli Özay Gönlüm’den sonra bu yörenin eserlerini başarı ile icra edip bayrağı taşıyan sevgili Sümer Ezgü’ye bir sayfa açmak gerek. Bu sayfa onun emeğinden, yorum gücünden bahsetmeli. Ve biz türkü severler Sayın Ezgü’nün güleç yüzü önünde saygıyla eğilip elini öpmeliyiz. Burdur yöresi çok şükür benim memleketimde. Ve çok şükür Sümer Ezgü benim memleketimin müzisyeni.  Teke Zeybekleri ve Teke Zortlamaları’nda tüylerimi diken diken eden güzel insan; Seviyorum seni…

05.09.2008

    
Ramazan'da Siyasiler Maden Ocağına İnmesin

Ramazan ayında bizler uykularımızdan feragat edip sahur bereketini evlerimize konuk etmezken, birileri yerin onlarca metre altında karşılar sahuru. Yüzleri maden ocağına has emeğin, çilenin izleri ile bezenmiş bu insanlar, bir sofrada paylaşırlar rızklarını. Her Ramazan televizyon ekranlarında haber metni olarak izlediğim bu görüntülerle karşılaştığımda hüzünlenirim. Sonra kulluğumdan utanırım. Her geçen gün oruç tutmama konusunda daha fazla mazeret üreten insan nefsi maden ocaklarına uğramıyor anlaşılan. Öyle ya! mezarda nefsin ne işi var değil mi? Maden işçileri yeryüzünde bırakır nefislerini. Öyle inerler yeraltına. Bize de “sakız orucu bozar mı?” sorusunun cevabını aramak düşer yine şehri Ramazan’da…

02.09.2008

Uyy Fuat Saka

İyi ki varsın Fuat Saka… Karadeniz müziği adı altında yapılan zırvaların arasında yaptığın derlemeler, düzenlemeler ve müzikler adına iyi ki varsın. Bir Trabzon uşağı olarak; yerel Karadeniz kanallarında rastladığımda iğrenerek hızla uzaklaştığım, tıkışık stüdyolarda kemençenin haysiyetini iki paralık eden, arka fonda disko havası ile süslenen berbat ötesi söz-müzikleri gördüğümde kendi yöremin müziğine olan nefretime sebep olan insanların içinde parlayan Fuat Dede… İlk lazutlar albümünü dinlediğimde bu adam da kim diyerek sevdalanmıştım Fuat dedeye. “Gökteki yıldızlari, payedelum kızlari” parçasındaki kemençe ezgisinde bugün bile hala ağlarım. Sebebi bende kalsın bu duygusallığın.

İşte bu dev müzisyenin Lazutlar 2008 isimli albümü çıktı bugünlerde. Eğer baldırı çıplak kızlarla klipleri çekilen kemençe gıygıylarından hoşlananlardansanız, çiçegumda çiçegum borazanlarını kulağınıza keyifle misafir edenlerdenseniz almayın bu albümü. Bu albüm size göre değil çünkü.

Teşekkürler Fuat Saka… Trabzon’dan çıktığın yolun sonunda, romantik balıkçı olarak Yoroz’da bir akşam Üstüne vardığın için. Burnumuzu bize anlatıp şalvar destanında çektiğin Uyy için…

21.08.2008

Ankara'da Yol Tarifi Kursu Açılmalı

Evli biri değilseniz, evlilik hazırlıklarının sıkıcı koşuşturmacasından düğün gününe kavuştuğunuzda sizi en çok neyin mutlu ettiğini henüz bilmeyenlerdensiniz demektir. Sevdiğiniz insana kavuşmanın heyecanını ayrı bir kefeye koyarsak insanı en fazla mutlu eden olay, bu hengâme sonunda uzak diyarlardan düğününüze ya da nikâhınıza iştirak eden arkadaşlarınızı görmektir. Kendi düğünümde Bursa’dan, Ankara’dan, Konya’dan gelen arkadaşlarımla göz göze geldiğimde ruhumda hissettiğim mutluluğu tarif edemem. İşte bu mutluluğu bende çok sevdiğim ve kardeşim saydığım Kütahya’da 5 yılımı beraber geçirdiğim Özdemir’e hissettirmek için Ankara’nın yolunu tuttum. Düğünlere iştirak etmemek adına mazeret üretmenin su içmek kadar kolay olduğu günümüzde kıymet bilir arkadaşlara sahip olmak, insanın hayatı boyunca yaptığı ikili ilişkilerin yatırımı olsa gerek.

Hazır Ankara’nın yolunu tutmuşken başkent hakkında bir iki yorumda ekleyelim. Efendim Ankara’da her cadde ya da bulvar bitiminde U dönüş yasağına uymayarak kural ihlali yaptığım için utanmakla beraber, yolu yapıp tabela koymayı akıl edemeyen belediyecilik ya da karayolu hizmetlerine dikkat çekmek isterim. Bir dönüşü kaçırdığınızda tekrar aynı yere gelmek için uzun bir yol kat etme gerekliliğinin adına düzenli şehircilik demek bana biraz abes geliyor. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesine gitmek için 5 ayrı kişi tarafından farklı yol tarifleri almak, hatta birinin “Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi nerede, nasıl gidebilirim” soruma “Ankara Üniversitesinde” şeklinde cevap almak, Anıtkabiri Maraş plakalı bir vatandaşımızı takip ederek ancak bulabilmek benim ayıbım olmasa gerek. Bir şehirde gidilecek olan semt ya da güzergâhlar o semte varıldığında gösterilmez. Tandoğan meydanına vardıktan sonra Tandoğan tabelasını görmenin bir anlamı yok. Anıtkabiri sadece ilgili sapağın başına koymakta saçma bir anlayış. Alt geçitlerin çıkışında çatallaşan yolun ortasına güneşten okunmayan tabela yerleştirmekte şehrin trafik işaretlerine karşı beslediğim kinimin kırıntılarıdır. Ankara’da her yol Kızılay’a çıkar. Burada bir problem yok. Ama Kızılay’dan gideceğiniz yerler için Ankaralı değilseniz çileye hazır olun derim!

Gözyaşları içerisinde gezdiğim Anıtkabir ziyareti başkentteki kısa maceramın beklide en güzel anıydı. Her Türk vatandaşının buradaki hatıraları ve hüznü içine çekmesi gerektiğini düşünüyorum.

10.08.2008

Mezuniyet Yemeği İçin Kütahyadayız

Bundan 7 yıl önceki öğrencilik günlerimin anılarını tazelemek için gitmedim Kütahya’ya… Çünkü bu anıları tazelemek, ancak o yıllardaki kader birliği yaptığım arkadaşlarımla mümkün olabilirdi. Hâlbuki ben, mezun olduğum bölümümün 15. yıl mezuniyet yemeğine katılmak için oradaydım. 5 yıl boyunca aynı evi paylaştığım ama farklı bölümlerde okuyan arkadaşlarım yanımda değildi. 55 kişilik sınıftan yemeğe katılan 7 kişinin aynı masada koca koca adamlar olarak oturması burukta olsa gittiğime değen bir anı oldu benim için.

Saatlerce bıkmadan ve turnuva heyecanında oynadığımız tavla mekânımız Küçük parkta masalar boşalmış. Yeni nesil, bu küçük şehirde vakit geçirecek başka meşgaleler bulmuş olmalı. Biz o parkta masa boşalsın diye ayakta beklerdik hâlbuki. Karavan gözlemenin o haşhaşlı enfes gözlemesinin tadı değişmemiş. Ama artık lahmacunda yapar olmuşlar. Gece yarısı Yaren yeme keyfini gerçekleştirmeden İstanbul’a dönmek olmazdı. Bende yemeden dönmedim zaten. O küçük Santral lokantasında Rüştü ağabeye uğramamak da olmazdı. Uğradık. 3 yıl kahrımızı çeken ev sahibimiz Fahriye teyzenin de elini öpmeye ve hayır duasını almaya gittik. Yüzündeki o şaşkın ama mutlu ifadeyi de görmek nasip oldu.

Kütahya’da bıraktığım Ferace zeybeği tadındaki arkadaşımın o yıllarda kendi çapımızda türkü icra ettiğimiz mekânına baskın yaptık. Aynı sandalyeler aynı sedir… Feracem Kütahya’ya has bıyık bırakmış. Çokta yakışmış. Okul bittiğinden beri hakkını veremediğimiz bağlamamızı alıp bir iki icraya girişmek gece geç saatlerde… Günün belki de en keyifli zamanları… Köreldiğimizi görmek bizim utancımız. Ama aynı heyecan, aynı sazları akort yapma telaşı…

Mecburiyet caddesinin Sevgi Yoluna dönüştüğü Kütahya… Özlemişim seni…

12.05.2008

Dilerim Kapanırsın Ey Kasap Dükkanı

Dinlendirme adı altında nadasa bıraktığım sakallarımı ustura kıvamında temizletmek ve bir anlamda haftanın Cumartesi gününe merhaba diyen Mağara adamına elveda demek için berberimin yolunu tuttum. Ümraniye’nin o kendine has keşmekeşine, sokak ve caddelerinin Cumartesi gününe yakışır sıkışıklığına selam vermek, iş dönüşü park alanı bulabilmek için evimin etrafında otomobil ile birkaç tavaf turu attıktan sonra mümkün oldu. “İnsan oturduğu semti yerer mi hiç”  ayıplamasına kulakları tıkalı bir şahsın satırlarını okuyunca, bu ülkede muhit ayırımı yapmadan yerecek o kadar fazla şey varken susmanın anlamsızlığına şahit olabilirsiniz. Neyse, giriş faslını daha fazla uzatmadan konumuza girelim.

Haftanın 6 gününde yoğun olarak çalışmışlığın vücuda bıraktığı enkazın belirli bir yüzdesini sakal tıraşı ile atmayı başarabilenlerdenim çok şükür. Ama bu sefer yüzümden ayrılan kıllar sayesinde rahatlamak yerine, berber dükkânının yanında cereyan eden aktivitenin ruhuma sardığı kıllanma ile yüzleşmek, hayallerimi söndürdü bugün.

Birkaç yıldır faaliyet gösteren, benimde bir defa kızarmış piliç almak için adım attığım bir kasap aktivitenin başrol dükkânı konumunda. Berber dükkânı ile duvar komşusu olan bu kasabın müteşebbisleri, aradan geçen birkaç yıldan sonra henüz açılış yapmadıklarını fark etmiş olacaklar ki; şöyle anlı şanlı, ortalığı gürültü ile inletecek, balonlar ve çiseleyen yağmura aldırmadan ne yaptıklarını kendilerinin de bilmediği 5 kişilik bir palyaço takımı ile sahne alarak sokağa taşmış. Günün 100. müşterisine bir adet çeyrek altın vereceklerini avazı çıktığı kadar bağıran şenlik sunucusu aynı zamanda diceylik görevini de üstlenmiş durumda. Palyaçolar çalan Karadeniz melodisine, horona yeni bir boyut getirerek saçmalamakla cevap verirken, müziğin birden bire halay havasına dönmesi ile rahatlıyor, bir anda yabancı hiphop tarzına geçmesi ile ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Bu, radyoda kanal arama hızıyla değişen gürültü yetmiyor. Dicey arkadaş ya da kasabın ortaklarından olan şahıs “Ver Coşkuyu” böğürmesi ile sokaktaki iğrenç gürültüyü süslüyor. Ben bu sırada sakal tıraşıma devam ediyorum ve aynadan olup biten tüm gerzekliğe gözlerimle şahit oluyorum.

Açılış adı altındaki kepazelik yakın akraba olduklarını tahmin ettiğim insanlar tarafından ölümsüzleştiriliyor ve ilerleyen yıllarda torunlara; “Bak evladım zamanında bizden daha kazma insanlar yoktu şu diyarda”  diye anlatılacak bir hatıra avuç içi kameralarla kayıt altına alınıyor.

Olayın buraya kadar olan kısmında çokta alışılmadık bir durum yok aslında. İşin asıl kepazeliği bu açılış saçmalığına şahitlik etmesi için Ümraniye Belediye başkanının ve Ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ında iştirak edecek olması. Dükkân sahipleri sanki çok önemli bir şeymiş gibi beş dakikada bir “Sayın bakanımız az sonra bize bakmaya gelecek” anlamına gelen duyurularını cümle kalabalığa bildirme telaşında.

Evet… Bir ülkenin Ulaştırma bakanı yıllardır açık olan bir kasap dükkânını açmaya geliyor peşinde kalabalık bir kurmayla beraber. Trafiği içinden çıkılmaz bir hal almış semtte park sorununu çözememiş, kaldırımları, demir babaları kırarak işgal eden arabalara hiçbir yaptırım uygula(ya)mayan bir belediye de bu kepazeliğe ev sahipliği yapıyor. Yani ulaşımı çözmekle görevli iki erk sahneye çıkacak birazdan!

Ne mutlu Ümraniye’ye ve tüm Ümraniyelilere… Kıçı kırık bir kasap dükkânını açmak için, trafiği bakan gelecek diye iyice felç olmuş semtin ahalisi olarak ne mutlu bizlere. Yakında büfe açılışlarına da iştirak etmelerini beklediğimiz değerli devlet büyüklerimize müteşekkiriz. Yoğun tempolarından feragat ederek bu değerli şenliği yaşamamıza vesile oldukları için sevinçli ve gururluyuz.

Berbere girmeden önce kendimi mağara adamı olarak değerlendiren ben, gerçek mağara adamlarına rastlayacağımı nereden bilebilirdim ki?

26.04.2008

Halkın Ekmeği

Acaba hangimiz gerçek halkız? 

Çocuklarının, torunlarının, kim bilir belki de sabahın bu bulanık saatinde kuyruğa girmek gururlarını incittiği için ekmek alma işini mecburen yükledikleri yaşlı nineler ve dedeler… Size soruyorum. Gerçek halk hangimiz? "Halk Ekmek" kuyruğuna girenler mi, yoksa ekmeklerinin gramajından yıllardır çalanlara karşı ses çıkarmayan bizler mi?

Eğer halk olmak, yüzünüzdeki tüm kırışıklıkların içine işlemiş hüzün ve fakirliğe ait bir imza ise, siz halksınız. Ve evet, kırmızı ışıkta durmak zorunda olup da sizi izleyen ben: “Aman beni fakir sanarlar” saçma düşüncesi ile hala gramajı düşük, fiyatı pahalı, nişasta yüklü ekmeğe para veriyorsam halk değil, aynı zamanda bir halt da değilim demektir.

22.04.2008