Site Haritası

2008 Yılı Okudukları (31)


 DEMOKRASİYİ BEKLERKEN
Nazılı Ilıcak

Nazlı Ilıcak, 28 Şubat sürecinde halk iradesine irtica teorisi ile dayatılan baskılar sonucu RefahYol hükümetinin istifası ile sonuçlanan örtülü darbeye, fikirleri ve yazıları ile en fazla karşı çıkan aydınlardan biriydi. Bu dönemde yazılan köşe yazılarının kitaplaştırılmasını, tarihe düşülen önemli notlar adına önemsiyorum. Nazlı Ilıcak; Akşam gazetesi ile Yeni Şafak gazetesinde 28 Şubat süreci sonrası kurulan AnaSol-D hükümeti döneminde kaleme aldığı yazılarını derlemiş bu kitapta. Sürece dair eleştirilerini bu darbe sonrasında da cesaretle ifade etmiş. Bu kitabın ayrı bir önemi ise RefahYol hükümeti yıkıldıktan sonraki süreçte, medya patronları ile siyasilerin yolsuzluk yarışını gözler önüne sürmesi. RTÜK kanununa göre medya patronlarının, hiçbir sektörde faaliyet göstermeme yasağını nasıl delip özellikle enerji sektöründe nasıl ihaleler aldığını, dönemin kukla hükümetinin de susmaktan başka bir şey yapmadığını, askerlerin üniformaları ile son sürat bulaştıkları siyasete devam ettiklerini okuyup yakın geçmişi hatırlayacaksınız. 28 Şubat sürecini haklı bulan antidemokratik insanlardan biri iseniz tabiî ki bu kitabı okumayın. Bu kitap halk iradesine inanan ve demokrasiyi içine sindiren, sloganlardan arınmış bir Cumhuriyet ve Atatürkçülük anlayışı olan insanlar için derlenmiş bir kitap…

 ESKİ HASTALIK
Reşat Nuri Güntekin

Yıllar sonra Reşat Nuri Güntekin eseri okurken oldukça keyifli bir zaman dilimi geçirdim. Başka bir erkekle trafik kazası geçiren Züleyha ile hastaneden karısını alarak memleketine götüren kocası Yusuf’un hikâyesini okuyacaksınız. Kocasını aldatan Züleyha’ya başta kızıp Yusuf’un erkeklik gururunu sorgularken çıkılan yolculukta iki kahramanın ilişkilerinin boyutunu öğrendikçe zaman zaman Züleyha’ya zaman zamanda Yusuf’a hak vereceksiniz. Deniz yolculuğu esnasında Züleyha Yusuf’la evliliğe varan geçmişini gözden geçiriyor ilk bölümlerde. Bu bölümlerde Reşat Nuri Güntekin’in bir düğün tasviri var ki enfes demek lazım. Eserin sonunda birbirini anlamayan, daha doğrusu anlamak için bir türlü açık açık konuşmayı beceremeyen iki insanın ayrılışına tanık olmak hüzünlendirdi beni. Özetle Türk Edebiyatının klasiklerinden biri olan “Eski Hastalık”  eserini zevkle okuyabilirsiniz.

 PEYGAMBER (SAV) GİBİ YAŞAMAK
Kerim Buladi

İnsanlık bugün O’nun (sav) gibi yaşayan insanlara muhtaç... Çevremizdeki din bezirgânlarını, lüks içinde yaşayarak gösteriş yapıp Müslümanlığı kimseye bırakmayan samimiyetsiz insanları gördüğümüzde, yokluk içerisinde cahil bir topluma ilahi mesajı vermek için mücadele eden Efendimize (sav) daha çok ihtiyacımız olduğu bir gerçek. Bugün O (sav) yok. Ama bizlere bıraktığı sünneti var. Bu sünneti misvak kullanmanın ötesine götürmeye ihtiyacımız var. Onun güvenirliğini, hoşgörüsünü, merhametini, temizliğini, adaletini, çocuk sevgisini, aile hayatını yaşamımıza rehber edinmemiz gerek değil mi? İşte bu eser O’nun (sav) o örnek sıfatlarını kısaca özetleyip ümmetine hatırlatma görevini üstlenmiş samimi bir kitap.


 HAYATIN İÇİNDEN 2
Cüneyd Suavi

2007 yılında İstanbul kitap fuarında tanışma şansını yakaladığım, o güleç yüzüyle yıllar önce okuduğum Hayatın İçinden serisinin 2. kitabını bize hediye eden Ceneyd Suavi… Hediyesini okumak bu yıla nasip oldu. Bir çırpıda vermek istediği mesajı veren, kalpleri harekete geçirmeye yönelik serinin ikinci kitabı. Yine hayatın içinden kısa hikâyeler. Okurken çok basit görebilirsiniz kitabı. Ancak Hayatın İçinden serisi, çocuklarınızın bile bir çırpıda okuyabileceği ve onlara okuma alışkanlığını kazandırabilecek donanımda olması bakımından kitaplığınızda yer almalı. Ayrıca ilkinden ayrı olarak bu ikinci kitapta Sayın Suavi’nin hatıralarının da yer alması, kitabı daha hoş kılmış.



 DÖNÜŞ
Cengiz Dağcı

Yıllar önce okuduğum Yurdunu Kaybeden Adam eserinin tadına anlatım tarzı ve betimlemeler dışında yanaşamayan; sıradan bir Cengiz Dağcı eseri. Yazarla tanışmayanlar için kesinlikle ilk tercih edilmemesi gereken bir kitap. Gençliğinde Gurzuf’tan ayrılmış Niyazi’nin yıllar sonra vatanına dönüşünü konu alan eserdeki bölümlerin birbiri ile hiçbir ilgisinin olmaması, hacmi küçük kitapta çok can sıkıcı diyebilirim. Savaş arifesinde Niyazi’nin ağzından Gurzuf ve geçmişine ait düşünceleri okurken bir bölümde neden Rus askerin karısı Anna Arkadiyevna’ya aşık olduğunu anlayamıyorsunuz.  112 sayfada birbiri ile özünde hiçbir ilgisi olmayan olaylar, okuyucuda hiçbir merak uyandırmayan kurgu ile bir sokak köpeği ile sığınılan evde son buluyor. Evet, Niyazi vatanına, toprağına dönüyor. Ama bu dönüşü birkaç cılız milliyetçilik ve aidiyet hissiyatı ile süslemeye çalışan Cengiz Dağcı bana da kitaba başlamadan önceki zamana dönmeyi arzulattı diyebilirim.

 NÖBETÇİ YAZILAR
Nihat Genç

Nihat Genç’in daha önce kitaplarından bazılarını okumuş biri olarak Nöbetçi Yazılar’da ne ile karşılaşacağımı biliyordum. O bildiğim sert, hatta çok sert eleştirilerle yüklü ifadeler, zaman zaman argo ve küfürle etkisini kuvvetlendirmiş bir üslup. Nihat Genç’in yazılarını okurken bu dünyada ona mutluluk veren hiçbir şeyin olmadığını düşünebilirsiniz. Ama Genç’in yazarlığı böyle bir şey zaten. Nihat Genç halk adına kalemi eline alan ve lafı dolandırmadan yanlışları yerine göre en ağır üslupla dile getirme cesaretine sahip belki de tek yazar bu ülkede. Üslubunu eleştirebilirsiniz. Ama yazdığı her yazıda ona hak verme zorunluluğunuz var bana göre. Nöbetçi Yazılar kitabı; sadece “Karagöz” yazısında hiç edilen bir kültürü masaya yatırması ve bu kültürün bugün Hacivat görünümlü sözde aydınların elinde tarumar edilmesini konu alan enfes yazısı için bile okunmaya değer. “Son Bölüm Şenlikleri” “Suçlu Cumhuriyet Üniversiteleridir” “Eleştiri Olmadan” “Pasif Direnişin Nimetleri” kitap içerisinde en fazla beğendiğim diğer yazıları… “Fişfişleme Edebiyatı” yazısında edebiyat ve medya dünyasında yapılan fişleme ahlaksızlığını eleştirirken kendisinin de yazı içerisinde fişleme yapması, kendisini eleştiren bir psikologa cevap anlamında yazdığı yazıdaki gereksiz sert üslubu kitabın eksi yanları bana göre. Zira Nihat Genç hemen her yazısında “Benim sizin sevginize reklamınıza ihtiyacım yok” ana fikrini savunurken kendi ifadesi ile onu okumamış biri için kendisini bu kadar yormasına gerek yok. Nihat Genç’i bilenler biliyor. Onu bilenlerden biri olarak yazıyorum bunu. Özetle Nihat Genç’i okuyun ve gerçeklerle tanışın. Kamyon çarpmışa dönebilirsiniz. Ama buna değer. Son bir not: Yıllardır TV ekranlarında yüzlerce bilim adamını konuk edip sohbet etmelerine rağmen yazdıkları kitaplarda ve gazete köşelerinde basit cümleler ve alt yapısı olmayan bomboş fikirler yazan insanları okuyucunun gözüne soka Genç’i tebrik ediyorum. Bu insanların kim olduğunu merak edenler kitabı okusun bir zahmet…

 SARIKAMIŞ FACİASI 1914
Süleyman Kocabaş

Sarıkamış faciasını, duygusal yönünden ziyade komuta anlamındaki yanlışları ile kısaca özetleyen bir kitap. 80 bin askerin kar ve soğuğa yenik düştüğü bu dramın özetini okumak istiyorsanız sıkılmadan bir iki saatte bitirebileceğiniz bir eser bu. Ayrıntılara girmeden, faciada başrol oynamış başta Enver Paşa olmak üzere diğer şahsiyetlerin kimliklerini hafızanızda tazelemeniz için okuyabilirsiniz. Eser; Sarıkamış’ın dondurucu soğuğuna feda edilen askerlerin dışında, bugün pek konuşulmayan Sina yarımadasındaki faciayı da hatırlatmış okuyucuya. İngilizlere karşı kazanılması mümkün olmayan Kanal seferi ve burada sıcağa feda edilen askerlerimizi de aynı zihniyetin heba etmesini okumak üzücü ve sinir bozucu.


 ÜÇ BEŞ KİŞİ
Adalet Ağaoğlu

Temel bir konunun olmadığı bir eser arıyorsanız Ağaoğlu’nun bu kitabını okuyabilirsiniz. Eserin ilk 70 sayfasını atlatırsanız bitirmekte nasip olacaktır. Anlamadığım şey şu: Bir kitabın psikolojik roman sınıfına girebilmesi için bu kadar birbirinden kopuk ifadeler ve zamanlar mı kullanılması gerekir. Sonuç olarak sıkılarak bitirdiğim bir kitaptı.  Roman karakterleri birbirinden kopuk bölümlerde sürekli hataları ile yüzleşiyor. Adalet Ağaoğlu bu eseri ile 80 öncesinin toplumsal bir analizini yapmış sözde. Her karakterin ağır cinsellik hesaplaşmasının adına ben toplumsal analiz diyemem. Seçilen üç beş kişi de mutsuz, cinsel istismara uğramış karakterler. Ölüm döşeğinde sürekli ayetler mırıldanan Emin Efendi, bir bakıyorsunuz torunu Kısmet’in elini cinsel organına götürüyor. Yani neresinden bakarsanız bakın bana göre kötü bir eserdi. Bu ülkede isim yapmak için sanırım bu tip kitaplar yazmak gerekiyor. Okuduğum ilk ve sanırım son Adalet Ağaoğlu kitabı…

 AŞKA DAİR ÖYKÜLER
Senai Demirci

İnsanoğlunu yeri gelir esir yeri gelir vezir eder aşk.  Aşkını evlilik ile helali yapanlara, helali varken şeytana uyup nefsine yenik düşenlere, hasret çekip kavuşamayanlara, aşkının kıymetini bilemeyen biçarelere yazılmıştır bu eser… Senai Demirci hikmet dolu öyküleri ve size pusula olacak düşüncelerini işlemiş satırlara. Okuyup nasiplenmek önce Yaradan’a sonra sizin emeğinize kalmış.




 SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar

Seçilen hayli ilginç bir konu Tanpınar’ın elinde farklı tatta bir esere dönüşmüş. Hayatı boyunca feleğin çemberinde biçare kalmış Hayri İrdal’ın ağzından okuyorsunuz kitabı. Saatlere meraklı olan Hayri İrdal’ın yaşamı kitabın adını taşıyan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurmak için karşılaştığı Halit Ayarcı ile değişir. Bu değişimi Hayri İrdal ile Halit Ayarcı’nın topluma, meselelere bakış açılarındaki farklılıkları okuyarak sıkılmadan takip ediyorsunuz. Açıkçası zaman zaman günümüzde hizmet sektörünün önemini bile düşündüm ben kitabı okurken. Tanpınar işlediği konuyu ince mizah ile de bol bol süslemiş. Kendini Hollywood yıldızı sanan bir eş, psikolojik tedavi seanslarındaki Doktor Ramiz, Cemal Bey ve tabut kıran Hala. Karakterler gerçekten çok güçlü işlenmiş. Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi saçma bir fikrin nasıl hayata geçirildiğini ve nasıl tepetaklak olduğunu okuyacak ve okurken satırlar arasında toplumsal değerlendirmeleri eleştirileri sezeceksiniz.

 BABİL'DE ÖLÜM İSTANBUL'DA AŞK
İskender Pala

İskender Pala’nın okuduğum ikinci eseri… Sayın Pala’nın divan edebiyatına olan aşkı bu eseri ile devam ediyor. Edebi yönünü çok güçlü bulduğum, işlediği konudaki kurgu heyecanının vasatı aşmadığını hissettiğim bir roman bu. Babil Cemiyeti adında dünyanın geleceğine yön veren 7 bilim adamından birinin, Kanuni döneminde Fuzuli’ye Babil’in altın hazinelerine giden yolu ve sırrını emanet ederek intihar etmesi ile başlayan kitap yaklaşık 400 yıl sürüyor. Bu 400 yıl boyunca Fuzuli’nin, Leyla İle Mecnun eserinin içine gizlediği 7 sırrın peşine düşen Babil Cemiyeti ve hazine avcılarının hikâyesini okuyacaksınız. Bu 7 sırrı keşfedenin dünyaya hakim olacağını bilen Cemiyet üyeleri, Babil altınları ile de uzay yolculuğuna çıkacak bir düşüncenin maddi yönünü hayata geçirebilmek için Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’undaki sırlarını çözmeye çalışırlar. Bu 400 yıl boyunca Cemiyet üyeleri, sırrı ve kitabın peşinden gidecek kişileri de belirleyip hayata gözlerini yumarlar. Sırrın peşinde hep 7 kişi olur. Eser Leyla ile Mecnun kitabının anlatımıyla yol alır. Leyla’sını kaybeden Kays (kitap) efendisi olan Fuzuli sayesinde Babil Cemiyeti sırrını taşır sayfalarında. 400 yıl boyunca elden ele ülkeden ülkeye seferler yapan kitap, Leyla’sını arar sürekli. Kimi zaman Osmanlı sarayında bir cariyenin koynunda sabahlar, kimi zaman şair Nedim’in kitaplığında, kimi zaman Evliya Çelebi’nin elinde ülkeler dolaşır. Kitap Namık Kemal’in eline geçip Tanzimat dönemini bile görür. Kitap boyunca aşkın anlatılmadığı dile getirilmediği yer yok gibi. İskender Pala gerçekten dâhiyane bir yol izletmiş eserine. İskender Pala’nın diline aşina olmayanların sıkılabileceği, onu sevenlerin hayranlıkla okuyacağı bir eser diyebilirim.

 ATEŞ ÜSTÜNDE YÜRÜME
Emile Ratelband

Genel anlamda okuduktan sonra hep eleştirdiğim, “neden okudum” diye hayıflandığım bir kişisel gelişim kitabı ile karşı karşıyayız yine. Sonuç: Yine tam anlamıyla tatmin olmamış aynı nakaratların tekrar edildiği satırlara göz yoran bir okuyucu konumunda kalmak. Emile Ratelband özetle kitabına ismini verdiği ateş üstünde yürüyebilmeyi inanca bağlıyor. Bu tip kitapları eleştirmemin en büyük sebebi söylenen ya da yazılan her şeyi çok iyi bilmemize rağmen bunları uygulama konusunda sınıfta kalıyor olmak. Başarmak için beynimizi buna odaklamak ve bu uğurda mücadele etmek gerektiğini hepimiz biliyoruz. Ama bu bildiklerimizi binlerce dolar para vererek seminerlerde dinlemek sanırım daha çok hoşumuza gidiyor. Bu tarz yazarların seminerlerinden sonra katılımcıların muazzam yorumları, verdikleri parayla doğru orantılı bana kalırsa. Kısaca bu kadar para verip “göz göre göre kazık yedik bildiğimiz şeyler” yorumunu yapmak kimsenin işine gelmediği için ister istemez reklâmda başarılı oluyor bu tip kitapların. Emile Ratelband “beyninize inanın ve hükmedin yeter” diyor. Yine din olgusu yok, en büyük biziz ve her şeyi yaparız mantığı. Bende buradan bok yaparsınız diyorum!


 KÜRTLEŞEN TÜRKLER
Macit Gürbüz

Kürtleşen Türkler eserinde Macit Gürbüz, etnik ayrımcılık adına Türkiye’de yürütülen bilinçli Kürtleştirme politikalarını anlatmaya çalışıyor. Kitabın giriş bölümünde Kürt tarihinin bir muamma olduğunu, çok eski tarih kayıtlarında bile Kürt ırkından ve böyle bir kimlikten bahsedilmediğini okuyorsunuz. Çeşitli efsanelere dayandırılarak bir Kürt tarihi oluşturulmaya çalışıldığını ve bunu yaparken hiçbir kayıt ve kanıta rastlanmadığının altını çiziyor. Osmanlı döneminde dağda yaşayan Türkmenlere genel anlamda “Kürdi” dendiğini ve bu ifadenin dağda yaşayan dağlı anlamında kullanılırken yıllar sonra nasıl etnik bir ayrımcılık ifadesine dönüştüğünü vurguluyor. Buraya kadar eser hakkında olumsuz bir izlenim ve yazarın objektifliği konusunda bir tereddüdüm olmadı. Ancak ilerleyen bölümlerde Yavuz Sultan Selim’in, bugün ızdırabını hep beraber yaşadığımız bölücü terörün temelini attığına dair iddia ve bu iddianın sayfalarca işlenmesi kitabın yazılış amacını da sorgulamama sebep oldu ister istemez. Yavuz Sultan Selim’in ve genel olarak Osmanlı’nın Türkleri adam yerine koymadığının altını çizmekte ısrar eden Macit Gürbüz, Kürtlere tanınan hak ve özgürlükler nedeniyle o dönemler çoğu Türkmen’in farkında olmadan Kürtleştiğini ispatlamaya çalışıyor. Türklere uygulanan baskılar, vergi yükleri ve zulümlerin Kürtlere uygulanmadığını, bu nedenle de bu baskı ve zulümden kurtulmak için bölgede insanların Arabım ya da Kürdüm dediklerini ve göç ettiklerini falan yazmış. E o zaman bende Macit Gürbüz’e soruyorum:

Hem Osmanlı’nın dağda yaşayan Türkmenlere “Kürdi” dediğini yazacaksın. Sonrada Türkmenlere zulüm ve baskıdan bahsedeceksin. Ortada bir baskı ve zulüm varsa devlet kendi ifadesi ile dağlı Türkmenlere de aynı baskıyı neden yapmasın? Burada kendi tarihi geçmişini kabullenmeme, Türklüğü Osmanlı’dan tamamen soyutlama gibi bir siyasi görüş var.

Macit Gürbüz ilerleyen bölümlerde bugünün Türkiye’sinde Kürt kimliklerini ön plana çıkaran illerde; kullanılan dil, aidiyet hissi gibi istatistikler sunmuş. Burada amaçlanan sonuç; Türkiye’de zannedildiği ya da zannettirildiği gibi bir Kürt kimliğinin olmadığı. Kitabın konusu açısından gerekli bir bölüm. Ancak burada istatistikleri verilen iller: Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Batman, Şırnak ve Kilis.

Bingöl, Van, Bitlis, Ağrı, Hakkâri, Tunceli gibi Kürt kimliğinin yoğun olarak hissedildiği bölgeler istatistiklerde yer almıyor. Bu nedenle bu istatistiklerin genel sonuçları da objektiflikten uzak. Malatya’yı istatistiklere koymayan Macit Gürbüz, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığını Kürtlerin her türlü haklara sahip olduğunu anlatmaya çalıştığı bölümlerde kullanmış nedense.

Yani özetle kitap emek verilmiş, araştırılmış bir eser olmasına rağmen özünde bazı konuları es geçerek soruna objektif yaklaşmamış bana göre. Evet, Kürt diye bir kimlik olmayabilir. Ama bizim Kürt diye kabul ettiğimiz insanların yoğun olarak yaşadığı şehirlerdeki devlet politikalarını sorgulamamız gerekiyor. Kitap bunu yapmayıp sadece Kürt kimliğinin tarihine odaklansaydı daha başarılı olurdu bence.


 ÇANAKKALE MAHŞERİ
Mehmet Niyazi

Çanakkale Mahşeri’nde Mehmet Niyazi 542 sayfa süresince bu kutsal savaştaki mahşeri anlatmış okuyucuya. Ben kitabın konusuna ve işleyişine dair bir eleştiri getiremem. Ancak Çanakkale’de yaşanan her olay başlı başına roman olabilecek bir zenginliğe sahip. Eğer bu kutsal savaş romanlaştırılacaksa çok daha zengin bir kurgu ile romanlaştırılmalı. Bugüne kadar bunu bekledim. Ve maalesef Sayın Niyazi’nin bu eserinde de bu zengin kurguyu göremedim. Örneğin Nusret mayın gemisinin savaşın gidişatı ile ilgili çok büyük öneme sahip torpido operasyonu bir iki sayfada bitmemeli. Eser baştan sona tüm savaşta iki cephenin de stratejilerini ayrıntılı anlatarak romanlaşmış. Birde çok rahatsız olduğum konu Anafartalar cephesine tayin olan Mustafa Kemal Atatürk’ün bir iki paragraf dışında hiç söz konusu edilmemesi. Eğer kitap salt Mehmetçik üzerinden yazılsaydı bunu anlayabilirdim. Ama Esat Paşa başta olmak üzere diğer cephe komutanları, İngiliz komutanlar kitap boyunca aktif olarak yer alırken Atatürk’ün es geçilmesinin altında art niyet arıyorum. Ve bu samimiyetsizliği sevmiyor, bu kadar kutsal bir savaş kitaplaştırılırken ideolojik yaklaşımlarla kalemine yön veren yazarlardan da hazzetmiyorum. Kitap emek verilmiş bir eser olup roman ve samimiyet anlamında bana göre hiçte başarılı olamamış.


 MEVLANA KONUŞUYOR
Cihan Okuyucu

Asıl olan, Mevlana konuşurken bizim susmamızdır. Ama Sayın Cihan Okuyucu'nun hazırladığı Mevlana eseri hakkında bir iki kelam etmekte okuyucuya düşen bir görevdir. Kitabın en çok hoşuma giden tarafı Mevlana’nın o enfes beyitlerinin dışında kurguladığı hikâyelerdi. Kitap boyunca açıklanmaya çalışılan konuları bu hikâyelerle insanlara aktarmak çok hoş. Önce kim olduğumuzu sorgulatarak başlayan eser, insanlık mertebeleri, dünya hayatı, tövbe, ölüm, kulluk ve ibadet gibi ana başlıklarla devam ediyor. Bu çağlar üstü sese kulak vermek isteyenler pişman olmayacaktır.


 KİTAB-I AŞK
İskender Pala

Aşk hakkında yazıla gelen eserler arasında müstesna bir yere sahip olmalı bu kitap. İskender Pala; Aşk-ı İnsani, Aşk-ı Hayali ve Aşk-ı İlahi bölümleri ile size aşkın tarifini yapıyor. Bu tarifi; divan şiirinin tadıyla, kâh Fuzuli kâh Bağdatlı Ruhi, Yenişehirli Avni ve Hasan Sezai’den enfes beyitlerle örnekliyor. Aşkın hasret ile artıp, dokununca öldüğünü, büyüsünün kalmadığını anlamak istiyorsanız okuyunuz bu kitabı. “Sevginin derecesi sevenin gayret derecesi kadardır” diyor Pala. Bülbülün güle olan aşkını feryat figan reklâm ettiğinden şikâyet eden aşıklar, acı ve ıstırabı ziyadesiyle beyitlere döken kalem ve söz erbapları, İskender Pala’nın edebi yorum ve açıklamaları ile sizi sarıp sarmalıyor. İskender Pala “aşkın derin katmanlarında yolculuk yapacaksınız” diyor kitap kapağında. Ve bu yolculuğa çıkarmayı da başarıyor okuyucuyu. Okurken bu yolculuğa çıkamayanlara tek uyarım aşk anlayışlarını gözden geçirmeleri olacaktır.


 OSMANLI BARIŞI
İlber Ortaylı

İlber hocanın, geneli 1995’li yıllarda çeşitli konferans ve seminerlerdeki konuşmalarından derlenmiş ve tamamı çeşitli dergilerde yayınlanmış makalelerden oluşan bir kitap Osmanlı Barışı. İçeriğindeki tüm yazılar salt Osmanlı barışını işlemiyor. Bir anlamda imparatorlukların olmazsa olmazı olan kozmopolit bir kültür ve dinlere sahip insanları bir arada yaşatabilme geleneğini okuyacaksınız bu eserde. Diğer Ortaylı derlemelerinden farklı olarak günün Türkiye’si hakkında fikirlerini de okuyacaksınız hocanın. Eğitim anlayışından, toplumun denetleyici görevine, arşiv kaynaklarının düzenlenmesinden, tarihe yanlış bakış açısına kadar çeşitli konularda Ortaylı’nın fikirleri bugünde geçerliliğini koruyor. Timaş yayınlarının bana göre bu eser ile ilgili yanlışı makalelerin yayınlandığı tarihleri ve kaynakları kitabın sonuna koyması. Bu durum sanki bugün için ifade edilen fikirlermiş gibi yanlış bir izlenime düşürüyor okuyucuyu. Örneğin Ortaylı arşiv kaynakları ile ilgili eleştiriler yapıyor. Ama aslında bunu 10 yıl önce söylemiş. Bu bölümleri bu esere koymakta bana göre anlamsızdı. Birde son zamanlarda mantar gibi artan İlber Ortaylı kitaplarının da ticari bir sömürüye döndüğünü hissetmeye başladım. Sevgili hocamızın çeşitli dönemlerde yaptığı konuşmalar, sohbetler, yazılar pıtrak gibi hacimleri küçük kitaplara dönüşüyor. Kitap ile ilgili değil ama bu veryansını da dillendirmek istedim.


 KARAOĞLAN
Can Dündar & Rıdvan Akar

Türk siyasetinde halkçı kimliği ile uzun dönem sahne almış Karaoğlan lakaplı Bülent Ecevit’in hayatına dair özet bir belgesel bu eser. Gazeteci ve güçlü şair kimliğini bizim neslimizin pek az bildiği, daha çok ekonomik krizler ve ambargolar döneminde kuyruklar ve yokluklarla, Kıbrıs Fatihi sıfatıyla aklımızda kalan Sayın Ecevit’in çileli siyaset ve özel yaşamı çok başarılı bir şekilde özetlenmiş. Kitap boyunca yol arkadaşı Rahşan Ecevit ile olan sevgi birlikteliğine gıpta ile bakacaksınız Bülent Ecevit’in. Özgürlüklere karşı çok hassas olan bir adamın Türk siyasetindeki son yıllarında bazı özgürlüklere nasıl karşı çıktığını da analiz edeceksiniz. CHP kurultayında yaşlı İsmet İnönü’yü deviren bu renkli siyaset adamımızın sağlık problemleri onu yürüyemez hale getirdiğinde bile köşesine çekilmekte neden direttiğine de tanık olacaksınız. Siyasi yaşamının başlangıcı ve bu yaşamı ile beraber biten ömrü arasında geçen uzun sürede mavi gömlekli mütevazi adamın doğrularını ve yanlışlarını okuma fırsatı bulacağınız, kitaplığınızda olması gereken değerli bir eser bu kitap.


 ARİF NİHAT ASYA'NIN SEVGİ MEKTUPLARI
Yavuz Bülent Bakiler

Arif Nihat Asya’nın 13 yıllık evliliğinden sonra gönlünü verdiği Servet hanıma yazdığı mektuplardan oluşan eseri okurken yer yer rahatsız olduğumu söylemeliyim. Bu tip mektupların derlemesinde tek tarafın satırlarını okuyunca sıkılabiliyorsunuz. Arif Nihat Asya’nın, Servet hanımla evlenene kadar çok çile çektiğini hissettim. Servet hanımında bu kadar saf bir sevginin karşılığında çok nazlandığını düşündüm açıkçası. İşte mektuplar tek taraflı yayınlanınca okuyucuyu bu tip gereksiz düşüncelere ittiği için sevmiyorum ben bu mahrem derlemeleri. Günümüzde duyguları böyle satırlara dökmenin çok gerisinde bir hayat mücadelesinde olduğumuzu görmek ve geçmiş sevdalara yüklenen emeğe tanıklık etmek açısından okunabilir bu eser.


 ANAHTAR
Mustafa Necati Sepetçioğlu

Alparslan’ın ölümü ile Selçukluların başına geçen oğlu Melikşah döneminin anlatıldığı serinin bu ikinci kitabı, ilkine nazaran sürükleyicilik konusunda daha başarılı bir kurguya sahip. Bizans’ı içten yıkmak için harekete geçen Selçukludaki iktidar savaşı nihai zaferi yine geciktiriyor doğal olarak. Boylar arasındaki mücadele ve hainlik, özellikle Süleyman Şah ve kardeşi Mansur arasında gelgitlere sebep oluyor.  İlk eserde Alparslan diğer karakterlere göre  nasıl  silik kalıyorsa bu ikinci eserde de Melikşah diğer karakterlerin yanında ayrıntı gibi duruyor. Kurguya yön verenler bizim tarihte bildiğimiz ünlü kahramanların dışındaki karakterler yine.


 KİLİT
Mustafa Necati Sepetçioğlu

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun 1970’li yıllarda yazdığı eser tarih romancılığı alanında bir boşluğu dolduruyor doldurmasına ama 287 sayfa boyunca sürükleyicilik anlamında beklentilerimin altında kaldı yorumunu yapmam gerekiyor Kilit için. İki Selçuklu soyunu Bizans kuşatması ile buluşturan eserdeki Alparslan, Boğaç, Balçar gibi temel Türk kahramanlarına daha büyük bir rol verilmesini bekledim kitap boyunca. Ama bu rol satırlara bir türlü yansımadı nedense. Alparslan’a atfedilen o olağanüstü bakış açısının tam kanıtı olacak yere gelindiğinde birde bakıyorsunuz aradan birden bire yıllar geçmiş, Alparslan’ın savaş meydanındaki başarısı bir paragrafta geçmişe atfedilmiş. Kitap daha çok bir anlamda Kayı kültürünün, törelerin, baba-oğul hoca-öğrenci ilişkisinin ve diyaloglarının ağırlık kazandığı satırlara dönüşmüş Sepetçioğlu’nun kurgusunda. Devam niteliğindeki diğer kitaplarını da okumak gerektiği kanısındayım. Bunları okuduğumda belki genel anlamda daha olumlu şeyler söyleyebilirim. Ancak yine de 1. cilt olarak kabul edilen "Kilit" daha sürükleyici olabilirdi. Anlatılan zaman dilimi, nihayetinde  bu sürükleyiciliğe uygun bir süreci kapsıyor Türk tarihinde.


 KAYI
Ahmet Şimşirligil

Hiç tatmin olmadım. Kitabı bitirdiğimde doyurucu hiçbir tarih sayfasına rastlamadım. Kitabın Birincil kaynaklardan derlenme iddiasıyla yola çıkarak sadece Osmanlı’nın doğuşunu ve Mehmet Çelebi dönemi ile sonlandırılan bir dönemini içermesine rağmen adına “Osmanlı Tarihi” denmesi bile okuyucuyu yanlış yönlendiren bir ayıp bana göre. Kayı; hiçbir detayı anlatmayan, destansı bir anlatım tarzıyla derlenmiş, mani ve gaza şiirleri ile süslenmiş sıradan bir eser oldu benim için.



 AMA HANGİ ATATÜRK
Taha Akyol

Taha Akyol’un kitabına verdiği isim, 550 sayfa boyunca okuyucuya neler anlatacağına dair özet bir cümle aslında. Bu güne kadar Atatürk hakkında ya da Milli Mücadele dönemi hakkında birçok kitap okudum. Ancak Taha Akyol’un bu eseri, okuduğum tüm Atatürk ve Milli Mücadele konulu kitapların yanında müstesna bir yere sahip oldu diyebilirim. Tarafsız ve ideolojik bakış açısından sıyrılarak, Atatürk’ün Osmanlı’nın çöküş yıllarındaki ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi sürecini de içine alan siyasi görüşleri, politikaları, yanlışları ve doğruları ile dönemine güneş gibi ışık tutan çok değerli bir eser. Kitabı okurken o günün şartlarında Milli mücadele için silah yardımını sağlamak adına komşu Rusya ve Bolşevik devrimine övgüler düzen bir Atatürk politikası, Hilafetin İslam devletlerini davamıza destek olmaları için kullandığı Halife yanlısı ve İslami terimlerle yüklü politikası. Milli mücadelenin kazanımından sonra laik Cumhuriyet’in temellerini atmak adına Doğu’dan yönünü Batı’ya çevirmiş bir Atatürk politikası. Çok sesliliğe prim tanımadığı Takriri Sükûn kanunu, İstiklal mahkemeleri ile en yakın silah arkadaşları ile bile görüş ayrılıklarını yaşadığı ve ülkede büyük baskı ve sansür dönemindeki politikası. Tüm bu detaylar bize Ama Hangi Atatürk sorusunu sorduruyor. Bugün her kesimin kendi fikrine alet ettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasi görüşünü o günün şartlarında değerlendiren bu eseri herkese tavsiye ederim. Özellikle Kurtuluş savaşı sonrası yaşanan Lozan anlaşmasına ve buradaki diplomatik hatalara geniş yer veren eser aynı zamanda çok iyi bir Lozan kaynağı olacaktır diye düşünüyorum. Kitabın her satırı dolu dolu. Muhakkak okumalısınız.


 BÜYÜLÜ FENER
Can Dündar

Sinema salonlarında beyaz perdede izlediği filmleri o kendine has üslubu ile farklı açılardan bize de izlettirmeyi başarıyor Can Dündar. Geçmişin filmlerine bugünün penceresinden bakıyor yer yer. Türk sinemasından, sinema salonlarına, Türkan Şoray’dan Kemal Sunal’a, Türk sinema tarihinin yüz aklarından, 70’li yılların porno furyasında heba olan sanat ve sanatçılara kadar… kısaca beyaz perdeye ait ne varsa Dündar’ın kaleminden okunası yazılara dönüşüyor. Bize de bir çırpıda okumak kalıyor keyifle…



 CASUSLUK
Ernest Volkman

Casusluk ve istihbarat alanında kariyer yapmış bir yazarın bu eserini bitirdiğimde “Ben bu kitabı neden okudum” sorusunu sordum kendime. Kitap kötü mü? Hayır değil. Sade bir dille ve okuyucuyu sıkmayan bir çeviri ile hazırlanan kitap okunabilir niteliğe sahip. Ancak bitirdiğimde aslında başka bir kitaba zaman ayırsaydım dediğim bir eserdi. 20. yüzyılda, ağırlıklı olarak 2. Dünya savaşı öncesi ve sonrasında yaşanan istihbarat mücadelelerini romansı bir dille anlatmış Volkman. Kitap’a Alman istihbaratının genel itibari ile içler acısı casusluk başarısızlıkları hakim olmuş. Eserde öyle soluksuz ve çok şaşıracağınız operasyonlar yok. Geneli “karşı casusluk” sınıfına giren ve kendi ülkelerine kazık atan casusların hikâyelerinden oluşuyor. 5–10 yıllık operasyonlar 5–10 sayfada anlatılarak özetleniyor. Bu da doğal olarak sizin beklentilerinizi hayal kırıklığına uğratıyor.


 YATAĞINA KIRGIN IRMAKLAR
Ahmet Turan Alkan

“Ey bu devrin kara bahtlı, nice devrimlere uğramış gençleri; viraneye dönmüş bir savaş meydanının akşamında inleyerek yarasını sarmaya çalışan bir  ‘kılıç artığı’ nesil olsanız da, Türkçenin son rönesansına tuğla taşımış bir yazarın eseriyle karşılaşırsanız önünde hürmetle eğilmeyi ihmal etmeyiniz” Böyle söylüyor kitabının bir paragrafında Ahmet Turan Alkan. Evet! Bende sevgili yazarın üslubunun ve dilinin önünde daha önce çok kere yaptığım gibi hürmetle eğiliyorum. Okuyun Ahmet Turan Alkan’ı… Okuyun ki; dünyadaki en büyük yalnızlığın iftar sofralarındaki yalnızlık olduğunu ruhunuzda hissedin. Okuyun ki, içi boşaltılıp tatile dönüştürülen dini bayramlar ile sıradan tatillere bayram sıfatı yakıştırmadaki çelişkiyi düşünün. Okuyun ki, edebiyat kitaplarımızda eski lisanın gülünçlüğü yönünde fikir telkin etmek için yazılan ve bugün okuduğumuzda bir şey anlamadığımıza utanmak yerine cahilliğimizle dalga geçtiğimiz Divan şiirini tanımaya çalışın. Okuyun ki, Türk musikisinin, türkülerin o eşsiz dünyasında seferler yapın. Okuyun ki, taşrada nice ümit ve fedakârlıklarla çıkarılan ve kısa sürede can veren matbuat aleminin çilekeş mahalli dergi ve gazetelerinin dramına hüzünlenin. Yani kısaca Ahmet Turan Alkan’ın o engin fikir dünyasında geçmişten günümüze doğru zaman zaman hüzünlü zaman zaman tebessümün hakim olduğu bir yolculuğa çıkın.


 MEDYA GERÇEĞİ
Noam Chomsky

Noam Chomsky ABD politikalarına, mensubu olduğu ülkenin ferdi olmasına rağmen en muhalif kişilerden biri olarak tanınıyor. Günümüzde Afganistan, Kuzey Irak müdahalelerini kâğıt üstünde sözde Demokrasi uğruna yapan ABD, dünde soğuk savaş döneminde komünizm etkisinde olan ülkelere benzer mazeretlerle müdahale etmişti. Hem siyaseten hem de çeşitli ekonomik ambargolarla yıkmaya çalıştığı ve çoğunda da başarılı olduğu bu ülkelerde, sebep olarak yadsınamaz olan bir medya desteğinin altını çizen bir eser bu kitap. Honduras Nikaragua gibi ülkelerde yaşanan insanlık dışı eylemlere ve politikalara o günün medyasının bilinçli olarak nasıl baktığını gözler önüne seren derin bir çalışma. Ancak eserde çok sık kullanılan cümleler arası parantezler okuyucuyu oldukça fazla yoruyor. Bu durum anlam bütünlüğünü bozuyor. Ben eserin 1993 basımını okudum. Belki yeni basımlarda bu sorun ele alınmış olabilir. Bugün İsrail’in bir anlamda hamisi olan ABD, Ortadoğu’da özellikle Filistin’de yaşanan insanlık dramına seyirci kalışının nedenlerini ve bu ülkenin o ünlü medya kuruluşlarının da nasıl seyirci kaldıklarını ayrıca kitapta bulacaksınız. Chomsky’nin Türkiye’yi kitabına taşıdığı birkaç sayfasında Güneydoğu problemini, terörü pas geçerek yanlış değerlendirmelerde bulunması kitabın genel başarısının notunu kırsa da özünde başarılı bir eser.


 PEYGAMBERİMİZ KADINLARA NASIL DAVRANIRDI
Nuriye Çeleğen

Nuriye Çeleğen çok kısır, okuyucuya ekstra hiçbir bilgi vermeyen bir eser hazırlamış. Peygamber efendimizin hayatını anlatan kitaplarda her zaman okuyabileceğiniz örnekler kısacık cümlelerle oldukça sıradan betimlemelerle başlıklar halinde sıralanmış. Efendimizin kadınlara nasıl davrandığı sorusu kitabın ismi için oldukça iddialı. O’nu (SAV) tanımayanlara bana göre hiçbir şey veremez bu kitap. Özellikle Hz Aişe ile ilgili bazı örnekler bana hiç inandırıcı gelmedi. Ben efendimizin Hz Aişe’ye sinirlenip “Ellerin Kurusun” gibi beddua ettiğini daha önce hiç okumadım. Yine Hz Aişe ile ilgili örneklerin hemen hemen hepsi Hz Aişe’nin kıskançlığı, hatta bu kıskançlığı sebebiyle diğer hanımlara karşı yanlış davranışlarına efendimizin örnek müdahaleleri olarak resmedilmiş kitapta. Bana göre Nesil yayınları iddialı bir isimle çok başarısız bir kitap yayınlamış. İçerik, anlatım, örnekleme ve kaynak kullanımı açısından Hz Muhammed’in (SAV) hayatından kesitler sunma iddiasındaki okuduğum en kötü kitap diyebilirim.


 OSMANLI İNSANLIĞIN SON ADASI
Mustafa Armağan

Mustafa Armağan’ın eserin başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığı şey; Osmanlı’yı önyargılardan, kalıplaşmış, ezberletilmiş ve sorgusuz sualsiz kabul edilmiş doğru sanılan verilerden bağımsız olarak okumak ve değerlendirmek gerektiği. Bu anlamda Kanuni devrinden sonra gerileme dönemi olarak değerlendirilen, yaklaşık 350 yıl boyunca sanki hiçbir şeyin doğru yapılmadığı izlenimi verilen tarihi sürecin bu kadar basite indirgenemeyeceğini anlatıyor haklı olarak. Ancak bunu yaparken, tarihle uzaktan yakından ilgisi olmayan, ya da tarih hakkında söz söyleme salahiyetleri kısır olan Çetin Altan, Necip Fazıl Kısakürek ve Yılmaz Karakoyunlu gibi insanların yazdığı kitaplardan alıntılar yaparak yanlışlarını sergileme çabasına girmesi de gereksizdi bana kalırsa. Tarihi kulaktan dolma ezber bilgilerle değerlendirmeyen insanlar için yukarıda zikredilen şahısların tarih adına söyledikleri sözlerin hiçbir önemi ve değeri yoktur. Biz Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi değerli hocaların birikimleri ile okuruz tarihimizi. Kavga etmeyiz ve tapmayız da aynı zamanda. Mustafa Armağan’da bunu bilmeli bence. Evet, bu ülkeye belki matbaa geç girdi. Şimdi matbaa var, ama biz hala okumuyoruz. Bu bile matbaa hakkında kalıplaşmış “Matbaa geç geldi geri kaldık” sloganının ne kadar doğru olabileceğini sorgulamamıza yeter bir sebep değil mi bugün için…


 İKİNDİ YAĞMURLARI
M.Fethullah Gülen

Fethullah Gülen'in fikri dünyasından iman adına faydalanmak, onun eserlerini okuyup anlamakla doğru orantılı. Kırık Testi serisinin 5.kitabı olarak derlenen bu eser, Gülen'in ikindi vakti kendisine yöneltilen sorulara verdiği samimi ve yol gösterici cevaplardan oluşuyor. Eserde dikkatimi çeken nokta, günümüze ait meselelere dair Gülen'e daha etraflı sorular yöneltilmiş olması oldu. Müslüman’ın hayatındaki nizam'dan, Ramazan'ın ruhumuza katacağı bereketten, edep, hırs, nefisle mücadele ve daha birçok konuda Fethullah Gülen'in ifadelerinin altını çizmek zorundayız. Fethulah Gülen'in eserlerini okumadan onu yargılayan birçok insana yine uzak, gönlünde imanın kırıntıları kalmış ruhlar için faydalı olacak yakın bir eser. Yabancı kelimelere takılmayın bu eseri okurken. Hatta bir lügat eşliğinde okumak dilimiz adına daha yararlı bile olabilir.


 ÜÇ KITADA OSMANLILAR
İlber Ortaylı

Üç kıtaya hakim olmuş ecdadımızın, bu hâkimiyeti sağlayan etkenlerden olan idare sistemi, hukuk sistemi ve diplomatik ilişkilerini konu alan konuşmalarının derlendiği bir İlber Ortaylı kitabı. İlber hocanın tespitleri çoğu tarihçiden daha enteresan. İlber hocanın yine kendine has objektif ve mukayeseli tarihçiliği bu konuşmalarında da kendini hissettiriyor. Osmanlı’ya 3.Roma İmparatorluğu ifadesini kullanan başka bir tarihçi duymadım ben. İlber Ortaylı, doğru tarihi yazmak için coğrafyayı iyi tanıtmayı ön koşul olarak ortaya koyuyor. Özellikle Balkanları anlayabilmek için önce bu toprakların yapısını bilmemiz gerektiğinin altını çiziyor. İmparatorluğun en sancılı dönemi olan 18.yy’a ayrı bir ehemmiyet verilmiş eserde. Bu yüzyıl her ne kadar çöküş asrı olarak görülse de yeniliklerin takip edildiği ve birçok alanda çağa ayak uydurmak adına doğru reformların yapıldığı bir dönem olarak gözümüze çarpıyor Ortaylı’nın ifadelerinde. Bir takım tarihçiler tarafından yerden yere vurulan Mithat Paşa’nın imparatorluğun yetiştirdiği en büyük idari amirlerden biri olduğunu okuyoruz Ortay’lının objektif satırlarında. Devlet hayatında herkesin hakkını veren İlber hoca, İstanbul’un en çok sevdiğim semti olan Üsküdar için de enfes bir yazı kaleme almış. Allah (cc) İlber Ortaylı’ya uzun ömürler versin. Bize daha nice değerli eserler bırakması temennimiz olsun.